Tim Franks/BBC
"Bunlar," diyor Dr. Anas al-Hourani, "karışık bir toplu mezara ait".
Yeni açılan Suriye Kimlik Tespit Merkezi'nin müdürü, uyluk kemikleriyle kaplı iki masanın yanında duruyor. Her bir lamine beyaz masa örtüsünün üzerinde 32 adet insan uyluk kemiği var. Düzgünce hizalanmış ve numaralandırılmışlar.
Suriye'de suçtan adalete giden uzun zincirin bu yeni halkası için ilk görev ayrım yapma. "Karışık toplu mezar" buradaki cesetlerin üst üste atıldığı anlamına geliyor.
Bu kemikler büyük ihtimalle Suriye'yi elli yıldan uzun bir süre yöneten devrik başkan Beşar Esad ve babası Hafız'ın yönetiminde öldürüldüğü düşünülen binlerce kişiden bazılarına ait.
Dr. El-Hourani'ye göre kurbanlar yeni öldürülmüş. En fazla bir yıl önce.
Dr. El-Hourani bir adli diş hekimi. Dişlerin bir ceset hakkında çok şey söyleyebileceğini söylüyor, en azından kimlik belirleme söz konusu olduğunda.
Ancak Şam'daki gri ofis binasının bodrum katındaki laboratuvar çalışanları bir uyluk kemiğiyle işe başlıyor.
Kemikleri incelerken kurbanın boyunu, cinsiyetini, yaşını, ne tür bir işte çalıştığını öğrenebilirler, işkence görüp görmediğini de anlayabilirler.
Kimlik tespitinde altın standart elbette DNA analizi. Ancak Dr. El-Hourani, Suriye'de sadece bir DNA test merkezi olduğunu söylüyor. Birçoğu ülkedeki iç savaş sırasında yok edilmiş. Ayrıca "yaptırımlar nedeniyle, testler için ihtiyaç duyduğumuz kimyasalların çoğu şu anda mevcut değil" diyor.
Ayrıca DNA testi için gereken "bazı parçaların havacılıkta ve dolayısıyla askeri amaçlarla kullanılabileceği" belirtiliyor.
Başka bir deyişle, "çift kullanımlı" olarak kabul edilebiliyorlar ve bu nedenle birçok Batılı ülke tarafından Suriye'ye ihraç edilmeleri yasak.
Buna bir de maliyet ekleniyor: Tek bir test için 250 dolar.
Dr El-Hourani, "Karışık bir toplu mezarda, bir cesedin tüm parçalarını toplamak için yaklaşık 20 test yapmanız gerekir" diyor.
Laboratuar tamamen Uluslararası Kızıl Haç Komitesi tarafından finanse ediliyor.
İktidara gelen ve eski İslamcı isyancılardan oluşan yeni hükümet "geçiş döneminde adaletin" önceliklerinden biri olduğunu söylüyor.
Yakınlarını kaybeden ve hiçbir iz bulamayan çok sayıda Suriyeli, BBC'ye gidişattan memnun olmadıklarını ve 13 yıllık savaşın ardından Aralık 2024'te Beşar Esad'ı nihayet iktidardan uzaklaştıran insanlardan daha fazla çaba görmek istediklerini söyledi.
Bu uzun çatışma yılları boyunca yüz binlerce kişi öldürüldü ve milyonlarca kişi yerinden edildi. Bir tahmine göre 130 binden den fazla insan da kaybedildi.
Şu anki gidişatla karışık bir toplu mezardaki sadece bir kurbanın kimliğini tespit etmek aylar alabilir.
Dr. El Hourani "Bu uzun yıllar sürecek bir çalışma olacak" diyor.
Suriye'de adli tabipler toplu mezarlardan çıkarılan insan kalıntılarını incelerken
“KARGOM, İNSAN CESETLERİYDİ…”
Bu "karışık toplu mezarlardan" 11 tanesi Şam'ın dışındaki güzel ve kıraç bir tepenin etrafına serpiştirilmiş durumda.
BBC bu bölgeyi gören ilk uluslararası medya kuruluşu oldu.
Mezarlar artık oldukça görünür durumda. Kazılmalarından bu yana geçen yıllar içinde yüzeyleri kuru ve taşlı toprağa çökmüş.
Bize eşlik eden Hüseyin Alevi El Manfi ya da kendi deyimiyle Ebu Ali. Suriye ordusunda şoförlük yapıyormuş. "Kargom" diyor Ebu Ali, "insan cesetleriydi."
Kır sakallı bu ufak tefek adam, ABD merkezli Suriye Acil Durum Görev Gücü'nün Suriyeli ve Amerika vatandaşı Mouaz Mustafa'nın yorulmak bilmeyen araştırmaları sayesinde bulundu.
Ebu Ali'yi bize katılarak Muaz'ın deyimiyle "21. yüzyılın en kötü suçlarına" tanıklık etmeye de o ikna etti.
Ebu Ali 10 yıldan uzun bir süre boyunca kamyonlar dolusu cesedi birden fazla bölgeye taşıdı.
Bu bölgeye, önce gösterilerin ve ardından savaşın başladığı 2011-2013 yılları arasında yaklaşık iki yıl boyunca haftada ortalama iki kez geldiğini söylüyor.
İşlem hep aynıydı. Bir askeri ya da güvenlik tesisine giderdi.
"16 metrelik bir römorkum vardı. Her zaman ağzına kadar dolu olmazdı. Ama sanırım her yükte ortalama 150 ila 200 ceset olurdu."
Taşıdığı ölülerin sivillerden oluştuğuna emin. Cesetleri "parçalanmış ve işkence görmüştü".
Görebildiği tek kimlik, cesedin üzerine yazılmış ya da göğsüne veya alnına yapıştırılmış numaralardı. Bu numaralar nerede öldüklerini gösteriyordu.
Şam'da "Şube 215" olarak bilinen kötü şöhretli bir askeri istihbarat gözaltı merkezinden çok sayıda ölü olduğunu söyledi.
Ebu Ali'nin römorkunda yükü boşaltacak bir hidrolik sistem yoktu. Bir hendeğe yanaştığında, askerler cesetleri birbiri ardına çukurun içine çekiyordu. Ardından bir traktör "çukurları düzleştiriyor, sıkıştırıyor ve mezarı dolduruyordu."
Komşu köyden yıpranmış yüzlü üç adam geldi. Askeri kamyonların bu ücra noktaya yaptıkları düzenli ziyaretleri doğruladılar.
Direksiyon başındaki adama gelince: Bunu haftalarca, yıllarca nasıl yapabiliyordu? Şoför kabinine her bindiğinde kendine ne diyordu?
Ebu Ali devletin dilsiz bir hizmetkarı olmayı öğrendiğini söylüyor.
"İyi ya da kötü hiçbir şey söyleyemezsin."
"Askerler cesetleri yeni kazılmış çukurlara atarken sadece uzaklaşır ve yıldızlara bakardım. Ya da Şam'a doğru bakardım."
“KOLLARINI KIRDILAR VE SIRTINA VURDULAR…”
Malak Aoude, Türkiye'de mülteci olarak geçirdiği yılların ardından kısa süre önce Şam'a döndü.
Suriye, Esad diktasından kurtulmuş olabilir. Ama Malak hala ömür boyu hapis cezası çekiyor.
Son 13 yıldır, acı ve özlemle dolu günlere hapsolmuş durumda.
2012 yılında, Suriye halkının bir kısmının başkanlarına karşı protesto gösterisinde bulunma cesaretini göstermesinden bir yıl sonra iki oğlu kayboldu.
Muhammed, gösteriler yayılıp savaşa dönüştüğünde, Esad'ın ordusunda zorunlu askerliğe başlamış bir gençti.
Annesi, oğlunun gördüklerinden nefret ettiğini söylüyor. Mohammed firar etmeye başlamış ve hatta gösterilere kendisi de katılmıştı. Ama izi bulundu ve yakalandı.
"Kollarını kırdılar ve sırtına vurdular" diyor annesi. "Üç gün boyunca hastanede bilinci kapalı bir şekilde yattı."
Muhammed yine firar etti. "Kayıp olduğunu bildirdim," diyor Malak. "Ama onu ben saklıyordum."
Mayıs 2012'de 19 yaşındaki Muhammed'in şansı tükendi. Bir grup arkadaşıyla birlikte yakalandı. Vuruldular. Malak resmi bir bildirim yapılmadığını söylüyor. Ama hep oğlunun öldürüldüğünü düşünmüş.
Altı ay sonra Mahammed'in küçük kardeşi Maher polisler tarafından okuldan sürüklenerek götürüldü. Bu Maher'in ikinci tutuklanışıydı.
2011'de 14 yaşındayken protestolara katılmıştı. Bu onun ilk tutuklanmasına yol açmıştı. Bir ay sonra gözaltından çıktığında üzerinde sadece iç çamaşırları vardı ve annesi sigara yanıkları, yaralar ve bitlerle kaplı olduğunu söylüyor. "Dehşete düşmüştü."
Malak, Maher'in yetkililerin ağabeyini sakladığını öğrendiği için 2012 yılında okuldan alındığını düşünüyor. Şimdi, 13 yıl sonra ilk kez, Malak o okula geri dönüyor ve Maher'e ne olduğuna dair herhangi bir ipucu bulmak için çaresizce çabalıyor.
Yeni okul müdürü bir çift yıpranmış kırmızı defter çıkarıtyor. Malak parmağıyla isim sıralarını takip ediyor ve oğlunun ismini buluyor. Aralık 2012, kayıtta açıkça yazıyor: Maher iki haftadır derslere gelmediği için okuldan uzaklaştırılmıştır.
Onu ortadan kaybedenin devlet olduğuna dair bir kayıt yok. Ancak başka bir şey daha var: Maher'in okul sicilinin yer aldığı bir dosya bulundu. Kapağında düşünceli bir şekilde uzaklara bakan bir Beşar Esad fotoğrafı var. Malak müdürün masasından bir kalem alıyor ve fotoğrafın üzerini karalıyor. Altı ay önce bu yaptığı ölümle sonuçlanabilirdi.
Yıllar boyunca Malak'ın tutunabileceği tek dal, Maher'i "Şube 215 "te gördüğünü söyleyen iki adamdı.
Tanıklardan biri Malak'a, oğlunun ona ailesi hakkında, sadece annenin bilebileceği bir şey anlattığını söyledi. Bu kesinlikle oydu.
Malek gözyaşlarını akıtıp, yırtık pırtık bir mendille gözlerini silerken "Bu adamdan bana iyi olduğunu söylemesini istedi" diyor.
Pek çok Suriyeli gibi, Malek için de Esad'ın devrilmesi sadece bir sevinç değil, aynı zamanda bir umut günüydü.
"Maher'in hapisten çıkma ihtimalinin %90 olduğunu düşünüyordum. Onu bekliyordum."
Ancak oğlunun adını hapishane listelerinde bile bulamadı.
"Kendimi kaybolmuş ve kafam karışmış hissediyorum" diyor.
Kendi küçük kardeşi Mahmud, 2013 yılında sivillerin üzerine ateş açan bir tank tarafından öldürülmüştü.
"En azından cenazesi yapıldı."
(BBC – Tim FRANKS – 9.5.2025)
GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR YAZILAR…
“Bir keman, bir evlilik ve yüzyıllık hayat…”
TAMAR GÜRCİYAN
Bu yazı, Berlin’deki Villa Oppenheim, Charlottenburg-Wilmersdorf Müzesi’nde sergilenen “Re-Membering: Diasporadaki Ermeni Yaşamının İzleri” sergisi için kaleme alındı. 17 Nisan’da açılan sergi 14 Eylül’e kadar açık. Sergi, Charlottenburg-Wilmersdorf Müzesi ile Akebi ve Houshamadyan iş birliğiyle gerçekleştirildi. Küratörlüğünü Asuman Kırlangıç’ın üstlendiği bu sergide Tamar Sarkissian'ın daveti üzerine sergilediğim aile yadigârı kemanın ve fotoğrafların hikâyesini, bu kez AGOS’ta okuyucularla paylaşıyoruz.
Mamamın ailesinde geçmişten hikayeler anlatılır. Pek çok Ermeni ailesine kıyasla ailemde hikayelerin daha çok konuşulduğunu düşünürüm. Ancak zaman geçtikçe bilmediğim pek çok şey olduğunu, hikâyelerin bazı boşluklar içerdiğini fark ediyorum. Öğrendikçe daha fazlasını bilmek istiyorum. Ahlatılanları bir araya getirmeye çalışmak, bazen kendimi Gabriel García Márquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanındaki, şifreli bir dilde yazılmış bir kitabın sırrını anlamaya çalışan genç aile üyesi gibi hissettiriyor. Yaşananları anlama ve öğrenme isteği, o hayat tamamen kaybolduğunda ve geri dönülemez bir hâle geldiğinde, üzerinden zaman geçtikten sonra doğuyor.
VARTUHİ VE GANAN
Bu sergide anlatacağım aile hikâyesini, dedemin bizim eve bıraktığı bir keman sayesinde öğrendim. Kemanın hikâyesi 1940’lardan başlıyor. Eski dünya düzeni ile yeni dünya düzeni arasında sıkışıp kalmış yayam Vartuhi’nin, yıkılmış bir dünyanın külleri içinde büyüyen ama yaşamı sevmekten vazgeçmemiş dedem Ganan’ın bir araya geliş hikâyesi bu.
Yayam Vartuhi ile hiç tanışmadım. Ben doğmadan, 58 yaşında vefat etmiş. Yokluğu ailede hep hissedilmiş. Hatta fiziksel olarak hayatımda hiç var olmamış olsa da benim için varlığı yokluğuyla anlam kazanmış bir anneanne. Vartuhi, Cumhuriyet Kız Enstitüsü’nde okumuş, diplomasını alıp öğretmenlik yapmasına üç ay kala dedem Ganan ile evlendirilmiş. Kendisi dedemle evlenmemek için Ankara’ya kaçıp üniversite okumayı düşünmüş, bu planını açtığı arkadaşı da bunu dedemin ailesine söylemiş. Diploma alamazsa kaçamaz diye düşünülmüş ve böylece bir ömür boyu sevemediği bir adamla evlendirilmiş.
Yayam dedemi tanımadan önce onun kemanını görmüştü. Bir gün, yayamın okuduğu Kız Enstitüsü’nde görev yapan müzik öğretmeni, dedemin bakırcı dükkânına gelerek bir dersinde kullanmak için kemanı ödünç almış. Derste kemanı çaldıktan sonra, “Bu kemanın sahibi bile bu kemanın değerini bilmiyor” demiş. Vartuhi, müzik hocasının bu sözlerini, evlendikten sonra kemanı gördüğünde yeniden hatırlamış ve belki de kendisine uygun olmayan bir adamla evlendirildiğini düşünmüştü.
Yayamın okuduğu dönemde Malatya’da müzik öğretmeninin çalabileceği başka bir keman yok muydu? Malatya’da bir okula gitmemiş olan dedem, nasıl olup da okuma yazma öğrenmiş, üç dil konuşabilmiş ve Varlık Vergisi’ne tabi tutulmasından hemen önce 17-18 yaşında gidip bir keman satın almak istemişti?
Sergideki keman ve fotoğraflar...
BÜYÜK DEDE AGOP
Dedem, Ermeni okulunun bulunmadığı Malatya’da, 1915 öncesinde Merzifon Amerikan Koleji’nden mezun olan babası Agop Derhogapyan’dan, evde Ermenice ve Türkçe okuma yazmayı ve matematiği adeta bir okul disipliniyle öğrenmişti. Agop dede, 1915’te Türk bir aile tarafından alıkonulan kuzeninin yalvarmaları üzerine, Der Zor’a sürgün edilen kafileden geri alınmış ve Malatya’da Mengüşoğlu ailesinin evinde saklanmıştı. Eğitimli olduğu fark edilince, ev sahibinin çocuğuna ders vermeye başlamıştı. Ders verdiği çocuk da büyüyünce Türkiye’nin önemli bir felsefecisi olmuş ve yıllar sonra Agop’un torunun kızının İstanbul Üniversite’sinde derslerine girmişti.
Agop dede, Malatya’da, Maryam’ın kızı Maryam ile evlenmişti. Maryam, Der Zor yolunda 5 yaşındaki oğluna su ararken onu kaybetmiş, Der Zor’daki ölü çukurundan ölü taklidi yaparak kurtulmuş ve iki yıl sonra yürüyerek Malatya’ya dönüp komşusuna bıraktığı kızını bir başkası alır ve Türkleştirilir korkusuyla Agop’la evlendirmek istemişti. Bir şekilde mallarının ve mülklerini kaybettikleri Malatya’da sıfırdan hayata tutunmuşlardı.
Vartuhi yayam ile Ganan dedemi bir araya getiren de aslında Agop büyük dedenin kurduğu kemanlı sofralardı. Agop dede, 1915 öncesinde Malatya Ermeni Ortaokulu’nda eğitim görmüş olan, şehrin eski ailelerinden Kirkor Ansurluyan’la sofralar kurar ve bu sofralarda Kör Arekil’i çağırıp ona keman çaldırırlardı. Eski dünyanın eğitimini almış, 1915’ten kurtulan iki yetimin Malatya’nın yeni düzenine doğan çocuklarının neredeyse çok az Ermeni nüfusu olan Malatya’da, birbirleriyle evlendirilmesi çok da şaşırtıcı değildi.
Kuru tahtanın üzerinde
KURU TAHTANIN ÜZERİNDE…
Dedem Ganan da Kör Arekil’i ve babası Agop’un kemanlı sofralarını hatırlayıp kemanı gördüğünde onu satın almıştı. Ama neden çalmasını tam öğrenememiş ya da müzik öğretmeninden ders almamıştı? Dört yıl askerlik yapmış, askerden döndüğünde ise tüm ailesini, kendi deyimiyle, ‘kuru tahtanın üzerinde’ bulmuştu. Babası Agop yaşlı olduğu için Aşkale’ye gidememiş, Varlık Vergisi nedeniyle evlerindeki her şeye el konulmuş, ancak keman bir şekilde fark edilmemişti. Yedi kardeşin en büyüğü olarak gece gündüz çalışmış, ancak bir türlü belini doğrultamamıştı. Tam çalamadığı kemanın bakımını yaparken yüzündeki hüzün de hiç eksilmemişti.
Evlendikten sonra, yayamla kendi aralarında Ermenice konuşsalar da çocuklarına bu dili öğretebilecek ortamı da Malatya’da bulamamışlardı. Ermeni okulunun olmadığı Malatya’da, “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasının etkisiyle, günlük hayatta dillerini kullanamamışlardı. Yeni düzenin bir parçası olarak artık bu dilin yerini Türkçe almıştı. Ganan dedem, bu nedenle önce kardeşlerini ve sonra oğlunu İstanbul’a Ermenice öğrenmeleri için Tıbravank okuluna göndermişti. Ama kız çocuklarının Türkiye’de aileden uzakta yatılı okutabileceği bir Ermeni okulu yoktu ve bu nedenle Malatya’daki okullarda Türkçe eğitim almışlardı.
Yıllar sonra, ben Ermenice dilini İstanbul’da anadilim olarak değil, yalnızca babaannemden duyduğum bir “babaanne dili” olarak öğrendiğimde, mamamın bu dili neden konuşamadığını bir türlü anlayamamıştım. 1915 öncesinde anne babaları Merzifon Amerikan Koleji, Malatya Ermeni Ortaokulu ve Malatya Ermeni Katolik Kız Okulu’nda eğitim almış bir neslin çocukları, Malatya’da ya eğitim alamamış ya evde eğitim alabilmiş ya da diplomasını bile alamadan evlendirilmişti.
HAYATA MEYDAN OKUYAN NEŞE…
Dedemle yayam, her şeye rağmen birbirlerine uyum sağlayamasalar da birbirlerine tutunmayı başarmışlardı. Dedem, Fransızlardan aldığı radyoda bir dans müziği çaldığında yayamı havalara uçurur, onu ve çocuklarını neşelendirirdi. Yıllar sonra İstanbul’a taşındığında, bisikletin pek kullanılmadığı bu şehirde 'beyaz atım' diye adlandırdığı beyaz bisikletine biner ve bazen beni de arkasına alırdı. Her şeye rağmen hayata meydan okuyan bir neşesi vardı; etraf ne der diye umursamazdı. Vartuhi yayam içinse zamanla etrafın ne dediği daha önemli hale gelmiş, belki de dedemin çocuksu karakteri buna uyum sağlayamamıştı.
KEMAN VE GEÇMİŞİN ACILARI…
Yayam gençken, eski dünyanın düzeninde yetişen ve tüm ailesini kaybetmiş ebeveynlerin yedi çocuğundan biri olarak yeni Türkiye’de günlük hayata evlenerek değil ama okuyarak ve çalışarak tutunmak istemişti. Evlendikten sonra belki daha iyi şartlarda ve kabul gören bir yaşamı olsun istemişti. Yaşayamadığı tam hayatların acısını dört çocuğuna duyduğu büyük sevgiyle bastırmıştı. Son sözleri ise, “Hiç sevemediğim bir adamdan, çok sevdiğim dört çocuğum oldu” olmuştu.
Benim için bu keman, iki dünya arasında sıkışıp kalmış hayatların, eskiyle beraber yeni hayata ayak uydurmaya çalışan bir kadının, imkânları ne olursa olsun hayatta kalan, yaşayan ve yaşamayı seven büyüklerimin bir hatırası oldu. Bu sergiyle, yatağın altında saklı kalmış fotoğrafları ve kemanı gün yüzüne çıkarırken, geçmişin acıları, kayıpları ve unutulmuş hikâyeleri ortaya döküp umuda yaklaşabilmeyi diliyorum.
(AGOS – Tamar GÜRCİYAN – 11.5.2025)