Su akar yatağını bulur…

Asım Akansoy

Sevgili Mertkan Hamit, Gazedda Kıbrıs (www.gazeddakibris.com)'da yayınlanan son yazısında “Gerçek bir demokrasi mücadelesi vermeye var mısınız?” başlığı ile, 18 Mayıs tarihli “Nerede kalmıştık ?” yazıma cevaben görüşlerini paylaştı. Çok teşekkür ederim. Farklı mecralarda görev yapsak dahi, ortak toplumsal duyarlılığın yarattığı bir arayış, diyalog imkanı yaratabilmenin eşsiz keyfi ile bu makaleyi kaleme aldığımı belirtmek isterim.

Makalesinde, dört temel noktaya cevap verecek bir siyasi program oluşturulması gerektiğinden bahsediyor. Bu program etrafında buluşacak farklı siyasi yapıların bir araya gelmesinin yaratacağı siyasi dinamizmin önemini belirtiyor.  Bu dört noktayı da Türkiye ile ilişkiler; demografik dönüşüm ve asimilasyon baskısı; yeni bir ekonomik anlayış ile kamu yönetiminin dönüştürülmesini kapsaması gerektiğini belirtiyor.

En genel anlamda yazısındaki görüşler bütününün siyasi çerçevesine katıldığımı belirtmek isterim. Ancak sorunu farklı bir biçimde tanımlayıp, “kendi kendini yönetme süreci ve bu süreç bağlamında ittifak politikası geliştirilmesi” olarak tartışmayı tercih ederim. Bu ise birbiriyle bağımlı iki siyasi kavram üzerinden şekillendirilebilir: Demokrasi ve Federal çözüm. Birbiri ile entegre bir siyasi perspektif ile kurgulanmış,  demokrasi yani özünde bireyin ve toplumların kendini gerçekleştireceği çoğul alanlar ve bunun temsiliyeti ile, bu siyasete eklemlenmiş bir federalist çözüm bağlamı. Federasyonun, genel siyasi mücadeleden soyutlandığı, algılanmadığı her bir “iç” siyasi çalışmanın, tavrın, statükonun yeniden üretilmesinden başka bir işe yaramayacağı maddenin doğasında var. (Bunun tersini iddia eden bir muhalif hareketin samimiyetinden şüphelenme hakkımızı, bu saatten sonra kimse elimizden alamaz. )

Üstelik barış kültürünün üretileceği ve sadece adanın kuzeyinde değil, aynı zamanda güneydeki hakim statükoyu da derin bir şekilde kıracak olan hat, günlük siyaset ile federasyon bağlamını ortaklaştırmaktan, entegre etmekten geçmektedir. Bu anlamda, ne kendi başına bir çözüm mücadelesi, ne de kendi başına bir iç siyaset uğraşısının verili koşulların demokratik dönüşümü için yeterli olmayacağını, her ikisini birlikte programlamak gerektiğini  açık bir şekilde ifade edebiliriz.

Marksist anlamda olsa dahi, Mertkan’ın bahsettiği ekonomik determinizm yaklaşımı bence sıkıntılı bir konu. Bunun yerine indirgemeci olmayan, çok daha geniş ölçekli bir kapsamın, sosyal, ekonomik ve siyasal mücadeleler parçalarının çoğul ve öncül kılınmayan çelişkilerini okumaya çalışmak, ona göre durum değerlendirmesi yapmak gerekir diye düşünürüm. Verili şartların da bu çoğul çelişkilere taraf olan mağdur kimlikler üzerinden dönüşebileceğini düşünüyorum.

Bu bağlamda bir bakıma Mertkan’ın önemli dört maddesini, sol bir projeksiyon yerine aslında  bugünün hakikatine karşılık gelen güncel yurtsever bir projeksiyon olarak okumaktayım.

2000’li yılların siyasi mücadele pratiği, Kıbrıslı Türkler için eşsiz deneyimler içerir. Büyük ekonomik krizler yanı sıra toplum örgütlerinin baskıcı Denktaş rejimine karşı çözüm istencini öne çıkardığı yıllar. UBP Denktaş rejimi olarak tanımlanan ve Türkiye hükümetlerinin yüksek desteğinden beslenen bu sisteme karşı verilen mücadele pratiği, hasbelkader içerisinde görev almış bir kişi olarak, inanıyorum ki tarihi nitelikteydi.

Gerek siyasi partilerin gerekse sendikal örgütler ve diğer toplum örgütlerinin, muhalif sol bakış açısıyla bir araya geldikleri ve iktidar programı olarak değil ancak toplumsal dönüşüm pratiğini gerçekleştirecek ilkeler bütünlüğünü tanımladıklarını, altına imzalarını attıklarını hatta büyük meydan mitinglerinde çeşitli görüşlerini halkın onayına sundukları süreçleri yönettik ve yaşadık. Program olmasa da Sendikal Platform ilkeleri, her bir parti ve örgüt için bağlaşıklık politikasının sorumlulukla taşınan bir yansıması oldu. Ortak bir gelecek için ortak bir yaşam vurgusu üzerinden, ortak sorumluluk içeren bu siyasi akıl bizi toplumsal dinamizmin yükselişi ile birlikte 24 Nisan 2004’e taşıdı. Bundan sonraki tüm siyasi mücadele pratiklerini taşıyan ana gövde işte bu oluşum oldu. Ancak bir yurtsever proje olarak tanımlanacak ve iş dünyası ile meslek örgütlerini de kapsayan işbirlikleri, ortak eylemlilikler ise tüm zorluklarına rağmen sağlandı. Ben her iki oluşumu da milliyetçilik ötesi bir boyutta konumlandırır, ikincisi geçici olsa da konjonktürel önemi bakımından ciddiye almamız gerektiğini düşünürüm.

Bugüne dönecek olursak, ne yazık ki siyasi yapıların ciddi anlamda ilkesel ve örgütsel bir dağınıklık içinde olunduğunu görmekteyiz. Bu dağınıklık, siyasi yapıların, ağırlıkla son on yıllarda kendini gösteren ilkeler erozyonu olarak tanımlanabilir. Özellikle dünya sol veya sosyal demokrat partilerinin, ideolojik eksen kaymaları ile birlikte, yönetsel ve pratik gerekçelerle yaşadığı neoliberal akıl tutulmaları, milliyetçi savrulmalar ve ahlaki erozyona uğramış yönetim şekilleri, pratiğe sıkıştırılmış olan siyasi hareketler için yıkımla sonuçlandı, sonuçlanıyor. Rejim analizi, iktidar analizi yapmadan hükmetme/yönetme arzusu, hırsı ile hükümet arayışlarının bedeli büyük oluyor. Yine ilkeler konusunda güçlü duruştan yoksunluk; bırakalım programatik birliktelikleri, kendi programına sahip çıkmayan siyasi partilerin dağınık halleri; ilkeler, programlar değil farklı ideolojik dünyalar arasında müzakereci yönetim arayış ve anlayışları, muhalif siyasi hareketleri hem küçülttü ve daralttı, hem de siyaseten dilsizleştirdi. Dilsiz bir sol siyaset mümkün değil. (Bu konuda PASOK’un başına nelerin geldiğini anlatan yazılarım akılma geldi.)

Sonuçta, Mertkan ile yazıştıklarımız, deneyimlenmiş geçmiş pratiklerin bugün yeniden nasıl güncellenebileceği, ele alınabileceği ile ilgili, diye düşünmekteyim. Bu soru canlıdır ve erken zamanda hayat bulmalıdır. Çünkü siyaseten ilkesel düşünce geri çekilmez, onu taşıyan aygıtlar başkalaşabilir. Umut için ya yol açar, toparlar ve kolektif bir irade ile yürür, ya da yeni bir yol bulur oradan akar gider.

Bir Ahmet Kaya parçası gibi  “su akar yatağını bulur”. Bizde de böyle olacak Sevgili Mertkan.