“Söyle: Kimden Yanasın?”

Hakkı Yücel

Kuzey İrlanda’da iç çatışmaların yoğun olarak yaşandığı günlerde, adamın biri yolunda giderken öfkeli bir grup tarafından önü kesilmiş ve şu soruya muhatap olmuş: 
 -“Katolik misin, Protestan mısın?”                                                                                      
Adam kimler tarafından sorguya çekildiğini bilmediği ve herhangi bir tarafın gazabına uğramak istemediği için aklına gelen en masum yanıtı dillendirerek: 
-“Ateistim”                                                                                                                             
diye yanıt vermiş. Öfkesini bilemiş, alacağı yanıta göre davranmaya hazırlanan grup elemanları istedikleri karşılığı alamayınca (bendensin ya da karşıdansın/düşmansın), bu kez belirsizliği ortadan kaldıracak ikinci soruyu patlatmış:                                                                                                                 
“İyi de, Katolik ateist misin, yoksa Protestan ateist mi, onu söyle..!!”

 

Fıkra ne kadar yerine oturdu bilmiyorum ama son dönemlerde giderek artan ve hayatın her alanında gözlenen, ötekine nefes aldırmayacak kertede keskin, cepheleşme hallerinin yaşanmakta olduğu çok aşikâr. Siyasal alanda bunun adeta zirve yapmış örneklerinin sergileniyor olması ise, özellikle siyasetin mahiyeti, etki alanı, işlevselliği ve belirleyiciliği göz önüne alındığında tehlikenin büyüklüğü daha da açığa çıkıyor. Tehlikeli, çünkü cepheleşmenin bu denli keskinleşmesi, gelişmiş siyasal/demokrasi kültürünün esasını teşkil eden diyalog, tartışma, eleştiri, şeffaflık gibi temel prensipleri bertaraf ediyor. Sonuç olarak bu çok temel prensiplerin yokluğu ise, cephelerin kendilerini tek başlarına mutlak surette dayatmaları ve ötekini katiyen imha etmeleri gerektiği gibi şiddet/öfke/nefret duyguları içeren siyasal mantığı hâkim kılıyor. Bir başka ifadeyle siyasal demokrasinin doğal gereği, farklı siyasal/ ideolojik anlayışların birbirlerinin siyasi rakibi olarak sürdürmeleri gereken demokratik/siyasal/toplumsal mücadele etme pratiği; bu farklı anlayışların birbirlerini siyasi rakip değil düşman olarak kabul ettiği durumlarda, birbirlerini imha etmeyi hedef alan siyasal/toplumsal bir savaş pratiği halini alıyor. Hele bu siyasi mantık bir de gücü elinde bulunduranın, yani siyasal iktidarın mantığı olursa, özellikle farklı hassasiyetleri olan çok boyutlu sorunların gündemde olduğu dönemlerde, umumu hizaya çekme adına, kendinde herkese “Söyle: kimden yanasın?” sorusunu sorma ve yanıtını isteme hakkı görmesine yol açabiliyor. Dahası, aldığı yanıtın istediği gibi olmaması ya gerekçelendirilmesi halinde muhatabını, o farklı hassasiyetleri de köpürterek (ör.beka, güvenlik, ulusal çıkarlar, bayrak vb.) siyasal/toplumsal/bireysel saldırıların hedef tahtası yapması sıradan bir hal alabiliyor.  

 

Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın Türkiye’nin Suriye’de yürütmekte olduğu “Barış Pınarı Harekâtı”yla ilgili olarak yaptığı açıklamanın ardından koparılan fırtına ve Sn. Akıncı’ya yönelik yukardan aşağıya yöneltilen saldırı ve sürdürülen linç kampanyası, tam da bunun tipik bir örneğidir. Sn Başkanın açıklamasının bütünlüğü göz ardı edilerek, cümlelerinin özellikle sinir uçlarına dokunacak kısımlarının alınıp köpürtülmesi ve buradan linç kampanyasına varılacak saldırıların başlatılması, bilinen tipik ama ucuz bir yaklaşımdır ve en başta siyasal/demokratik kültür zafiyetinin göstergesidir. Hele bizim ülkemizdeki kimi siyasetçilerin bunu kendi siyasi ikballeri için fırsata dönüştürme çabaları ise en hafif deyimiyle mide bulandırıcıdır. Sorun Cumhurbaşkanı’nın açıklamasının bu kritik momentte hâkim siyasi görüşün hizaya çekici “Söyle: Kimden yanasın?” sorusuna istenen yanıt olmaması, farklı önermeleri içeriyor olmasıdır. Böylesi mutlak/kategorik soru ekseninde, şimdilerde konuşanın (niçin benim istemediğim biçimde konuşuyorsun)-susanın (niçin benim istediğim gibi konuşmuyorsun) aynı sınavdan geçirildiği, üstüne üstlük verilecek yanıtın siyasal/entelektüel/ahlâki tutarlılık adına “ama’sız” olması gerekliliğinin mutlak koşul olarak öne sürülmesi, buradan hareketle soruna yönelik ortaya konulacak farklı, samimi ve sahici gerekçelendirmeleri “kıvırma” ve “ihanet” olarak tanımlama kolaycılığı ise, şimdilerde sadece siyasal alanın değil entelektüel alanın da kuşatma altında olduğunun açık işaretidir.

 

Hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar var; yirminci yüzyıl sonu sağdan sola hâkim ideolojilerin ve buna bağlı siyaset anlayışlarının/pratiklerinin başarısızlıklarının ya da yenilgilerinin açığa çıktığı kritik bir dönemdir. Geride kalan yirminci yüzyıl, kendi mutlak sınırları içinde hareket eden, kendi sınırları dışına taşıp farklı olanla (ötekiyle) temas kuramayan, kendini dayatan siyasal ideolojilerin yol açtığı ağır felaketlerin yaşandığı yüzyıl olarak tarihe geçmiştir. Bunlardan milliyetçilik sadece Avrupa’da milyonlarca insanın ölümüne neden olmuş ardında koca bir kan gölü bırakmış; muhafazakârlık bir gelecek vaat edememiş; liberalizm adaletsizliği ve eşitsizliği daha da derinleştirmiş; sosyalizm ise otoriter ve baskıcı olmaktan kurtulamamıştır. Bu nedenledir ki bütün siyasal ideolojiler yirminci yüzyıl sonu itibarıyla kendilerini gözden geçirmek ve yeni açılımlar sergilemek zorunluluğu ile karşı karşıya kalmışlar, bu bağlamda siyaset de yeni fırsatlara, imkânlara ve açılımlara zemin teşkil eden bir mahiyet kazanırken, çatışma yerine özellikle diyalog/eleştiri/şeffaflık esasları üzerine oturan katılımcı demokrasi siyasal bir seçenek olarak evrensel ölçekte öne çıkmıştır. Nitekim dünyada bu yönde olumlu gelişmeler yaşanırken, aynı dönemde baştaki kuruluş mantığı ve ilk on yıldaki çizgisi itibarıyla AKP bu seçeneğin Türkiye’deki dikkat çekici, umut vadeden, belirli oranda başarılı olmuş örneğidir.

 

Ancak şu da var ki, yirminci yüzyıl sonu itibarıyla ortaya çıkan tablo yeni anlayışlara ve siyasetlere olumlu ve yaratıcı bir zemin teşkil ederken ve de siyasetin rüzgârı bu yönde eserken, bugün itibarıyla bu ivmenin durağanlaştığı ve hatta yer yer tersine döndüğü de aşikârdır. Milliyetçiliğin, ırkçılığın, savaş çığırtkanlığının, din ve mezhep çatışmalarının yoğunlaşması, katılımcı demokrasilerden otoriter rejimlere doğru eğilimin giderek artıyor olması bunu göstermektedir. Bu bağlamda AKP’nin diyaloğa, eleştiriye ve katılımcılığa özen gösteren baştaki hüviyetinden, bugünkü çatışmacı “Söyle: Kimden yanasın?” sorusuna evrilen keskin, ayrıştırıcı ve cepheleştirici tavrı da bu gelişmelerin Türkiye’ye özgü doğrudan yansımalarını içermektedir.

 

Buradan bakınca Sn. Akıncı “ben bunları daha önce de söyledim, o zaman hiç böyle tepki almamıştım, şimdi ne oldu da hain ilan edildim, linç kampanyasına tabi tutuldum” derken son derece haklıdır;  motamot aynı olmasa da gerek 74 Harekâtı olsun, gerekse sorunların savaş yerine diyalog ve diplomasiyle çözülmesi önerisi olsun Başkan’ın daha önce dillendirdiği konulardır ve bugün kendisine had bildirme telaşına düşenler o dönem bunları söylediğinde ses çıkarmamışlardır. Dahası Cumhurbaşkanı Akıncı’nın bu cesur yaklaşımı o gün Kıbrıslı Türklerin geniş bir kesimi tarafından da onay görmüş ve desteklenmiştir ve bugün Başkan’a yönelik yukardan aşağıya sürdürülen ağır saldırılar ve linç kampanyası o desteği azaltmak bir yana artıracak gibi görünmektedir. Siyasal/toplumsal ölçekte gerilimleri artıran bu gelişmelerin siyasal/toplumsal aklı geriletmekten, nefret/öfke ve kini öne çıkarmaktan başka bir işe yaramadığı aşikârdır ve bu gerginliğin bir an önce giderilmesi gerekmektedir.

Ancak bu yapay krizi kendileri için bir fırsata çevirmek için çırpınan ya da ‘barış, diyalog, diplomasi’ demeyi tarih bilmemek, romantiklik vb olarak dillendirerek ardı sıra Başkanı suçlayan açıklamalarda bulunan içerdeki muhteris siyaset erbabını gördükçe insan şunu da düşünmeden edemiyor.

Ne yani “Söyle: Kimden yanasın?” sorusuna onlar gibi karşılık vermeyeceğine göre Başkan, sırf başı ağrımasın ya da koltuğu sallanmasın diye “Ateist Müslümanım” yanıtı mı vermeliydi?