Sizin için ‘mesele yok’, bizim için çok!

Cenk Mutluyakalı

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100’üncü yılı gibi tarihsel ve görkemli bir yıldönümünü kutlamak ve anlatmak yerine, Kıbrıs’ı diline doluyor Büyükelçi Feyzioğlu…

Bir asırlık cumhuriyetin sembol kavramı, “egemenlik kayıtsız şartsız halkındır” diye kazındı tarihe…
Büyükelçinin değil!

İradeye saygılı, kapsayıcı, demokratik değerlere hürmetle ve diplomatik nezaketle konuşmak yerine neden ayrıştırıcı, bölücü, kışkırtıcı olmayı seçiyor Büyükelçi, anlamakta zorlanıyorum.

Aslında Kıbrıs meselesi diye bir mesele yok. Kıbrıs meselesi 1974’te çözülmüştür” diyor.

Bu nasıl çözüm?
Dünyadan uzak, geleceği belirsiz, görünmez…

Siz toplumsal kimliğinizle dünyaya katılmayı boşveriniz, kendi kararlarınızı almayınız, talimatlarımızı bekleyiniz” diyor özünde…

Sizin için “mesele yok.
Haklısınız!
Bizim için var…

***
Mesele yok” madem niye gelmiyor Galatasaray, Fenerbahçe adanın kuzeyine?
Niye maç yapmıyorlar burada?

Uluslararası organizasyon”un dışında kalırlar sonra değil mi? O bedeli ödemiyorlar, halbuki, bu ülkenin gençleri yıllardır bu bedeli ödüyor.

Suudi Arabistan’a gidecekler şimdi “Süper Kupa” maçına ama Lefkoşa’ya gelmiyorlar
Sizin için “mesele yok” tabii…
Bizim için var!

***
Kendinize oyuncak yaptığınız “ayrı devlet”in yüzde 80 toprağı Kıbrıslı Rumların…
İnanmıyorsanız, Taşınmaz Mal Komisyonu’na sorunuz!
Ne diyor Dışişleri Bakanınız Fidan…
Birisinin evine el koyuyorsunuz. Birini getirip oraya koyuyorsunuz, yerleşimci diyorsunuz. Bunun adı hırsızlıktır.

Uluslararası toplumun onayladığı bir çözüm yoksa kendi yurdunda hem yurtsuzluğa mahkum ediliyor bu toplum hem de hırsızlığa…

“Mesele yok” diyorsunuz ya, gün gele Avrupa ülkelerine gitmeye korkacak insanlar, tutuklanma tehdidiyle…
Muhtemelen size “Türk malı” bir arazi ayarlayacaklar, “mesele yok.”

***
“Başbakan”ın Ankara’dan atanması, “kabine”nin Elçilik’te onaylanması, parti kurultay sonuçlarının bile müdahale ile değişmesinde de size göre “mesele yok.

Milliyetçilik süpürgesiyle hepsini halının altına gizleriz nasılsa…

“Kıbrıs davamız” dediğiniz de şu sanırım; “bundan böylece kitaplar Ankara’da yazılacak ve o kitaplarda öğretmen başörtülü olacak… Tarikatlara dağıtılacak araziler…”

Dahası…
Ada bölünecek ve bir yanda Kıbrıs olacak, beri yanda Türkiye!

Davanız bu!

Unutuyorsunuz sanırım, bizler Avrupa Birliği üyesiyiz ve siyasi eşitliğimiz dahil tüm yaşamsal haklarımızı Kıbrıs ülkesinden alıyoruz.

Dünyayla aramız giderek açılırken, fetihçi ve müdahaleci anlayışınız bir asırlık bir medeniyete yakışmıyor.

Mesele” var!
Hem de epeyce var.


Bir insan gazeteciden niçin korkar?

Gazeteci dostum Ali Baturay aradı, “Yarın sabah basın toplantısına birlikte gidelim mi?
Özellikle yabancı büyükelçilerin davetleri ya da siyasilerin basın toplantıları olduğu zaman buluşur, birlikte gideriz.

Hangi basın toplantısı” dedim.
“Cumhurbaşkanlığı’ndan aramadılar mı?”
Yok…

Kimseye davet gelmedi sanırım bizim medya kurumundan…
Ayıplar olsun” gibi laflar ettik, karşılıklı, yine de şaşırmadık…

Seçilmiş” bir grupla “basın toplantısı” görüntüsü verilmiş gösteride, davetli gazetecilere de haksızlık edildi…

Türkiye’deki “sultanlık” kültüründen kopyalanan bir tavır bu… Bunun kuzey Kıbrıs özelindeki yansıması hınç kültürüdür, korkudur hatta mahcubiyettir.

En temelde özgür basına saygısızlıktır.

Cumhurbaşkanı” olarak nasıl ilan edildiğini bu ülke seçmeni ve uluslararası toplum kadar Tatar’ın kendisi de biliyor.

Her tavrında bu mahcubiyeti deşifre ediyor.

Yoksa bir insan “gazeteciden” neden korkar?

Soru” sormak dışında ne yapabilir bir gazeteci…

Azerbaycan görüşmesinde o dilinden düşürmediği bayrakların nerede olduğunu sorabilir örneğin, “Cumhurbaşkanı” değil de dışişleri memuru gibi kabul görmesini sorgulayabilir.

Bir gazeteciyi hedef gösterdiğiniz ve suçladığınız için yargı tarafından mahkum edildiniz, basına bu yönde bir mesajınız var mı?” diyebilir bir gazeteci…

Ya da üç yıldır sürdürdüğü görevinde “ayrı” devletin tanınacağına dair aldığı tek bir somut adım var mı, sorabilir.

“KKTC”nin adının bile kendi iradesi dışında değişmesi önerilirken buna niye “teşekkür” ettiğini öğrenmek isteyebilir bir gazeteci…

Gazeteciler, siyasetçiler, doktorlar, aydınlar Türkiye’ye alınmazken; üstelik bunların bazıları geçmişte “Cumhurbaşkanlığı” ya da “Bayrak Televizyonu”nda üst düzey sorumluluk üstlenmiş, milletvekilliği yapmış kişilerden oluşurken, “bunun hesabını neden sormuyorsunuz” diyebilir bir gazeteci…


***
Tatar’ın basın, ifade, düşünce özgürlüğüne dair tavrı mahkeme emriyle tescillidir ve mahkum edilmiştir zaten…

Yine de bu hazımsızlık, ayrımcılık, tahammülsüzlük ve mahcubiyet tarihe yeniden not düşülmüştür.

Nasıl başlamışsa “oyun” öyle de sürüyor.
Demokrasi yoksunluğu ve iradesizlik yakasından düşmüyor.


Denktaş’ın kavşağı!

Girne’nin girişindeki kavşağa “resmi” olarak yeni bir isim verildi.
İlginçtir, isim verildi ama çember kaldırıldı (!)
Meydan da değil!

Şimdi nasıl anacağız, “Rauf Denktaş trafik ışıkları” mı?
Anlamsız oldu.


***
Girne Belediye Meclisi, önceki dönem alınan kararı “oybirliği” ile onaylamış.
Sıra savmışlar!
Temsili demokrasi de böyle tabii…
Meclis’e laf etmeden, belediye başkanına yüklenmek de yanlış, "otoriter" bir tavır arzulamıyoruz herhalde…

***
Neyse!
Asıl diyeceğim şu…
Yer isimleri insanlar benimserse yaşar.

Dereboyu” diyoruz yıllardır, caddenin ismi Mehmet Akif…
“10 Yıl Parkı”nı kimse bilmez, Kuğulu Park orası…
“Ankara Çağlayan” demişlerdi, kimin aklında kaldı?

Girne’nin girişine yıllardır “Hirondel” deniyor ya…
Vakti zamanında şehrin girişine yapılmış bar ya da restoranın ismiydi sanırım…
Hiçbir tarihi, toplumsal ya da kültürel anlamı da yoktu ne sözcüğün ne mekânın…

Yer, meydan, mekân isimleri konusunda genelde derinlikli düşünmüyor, özenli davranmıyoruz zaten; alel acele kararlarla veriliyor pek çok yerin ismi…

***
Hepsi hepsi belediyenin karar defterine bir not düşüldü, yoksa ne diyeceğiz yani “Denktaş’ın ışıklarında buluşalım” mı?
Göreceksiniz, zamanla ya “Girne Belediyesi ışıkları” olarak anılacaktır orası, belediye binasından dolayı ya da popüler bir işletme olursa yakınında, onun ismiyle…