“Sizin hiç şehriniz bölündü mü?”

Sevgül Uludağ

Şair-yazar Neşe Yaşın, Berlin’de “Bölünmüş şehirlerde edebiyat ve kentleşme - Haritayı Yeniden Yazmak” festivaline katılıyor…

 

Şair-yazar Neşe Yaşın, Berlin’de “Bölünmüş şehirlerde edebiyat ve kentleşme – Haritayı Yeniden Yazmak” başlıklı festivale katılıyor ve bu festivalde dağıtılacak broşür için kaleme aldığı “Sizin hiç şehriniz bölündü mü?” başlıklı yazısını bizimle de paylaştı. Bu yazıyı biz de okurlarımız için sayfalarımıza aldık.

25-27 Temmuz 2019’da Berlin’de gerçekleştirilecek olan “Haritayı Yeniden Yazmak” festivalinde Neşe Yaşın, “Hatırlama” başlıklı panelde de yer alacak. Festivale bölünmüş kentler Belfast, Berlin ve Mostar’ın yanısıra bölünmüş Lefkoşa’dan da Meletis Apostolidis, Nora Nacaryan, Zelya Gregoriu, Lefki Lambru, Gürgenç Korkmazel, Hayriye Rüzgar ve Neşe Yaşın katılıyor.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasının 30ncu yıldönümü nedeniyle Berlin Edebiyat Kollokiyumu tarafından düzenlenmiş olan festival, Avrupa’nın bölünmüş kentlerinde edebiyat, sanat ve kent planlamasına adanmış. Festivalde Belfast, Berlin, Mostar ve Lefkoşa kentleri üzerinde durulacak ve bu kentlerdeki komplikasyonların yanısıra bu kentlerde ortaya çıkan sanat da ortaya konacak. Festivale yazarlar, mimarlar, şehir planlamacıları, tarihçiler performans sanatçıları ve diğer uzmanlar ile yaratıcı sanat insanları katılıyor. Bu kentlerdeki farklı perspektifler ele alınarak kent-içi sınırların kolektif algılama ve hafızaya etkileri, sosyo-ekonomik etkileri ve bu sınırların nasıl korunduğu ve aynı zamanda aşıldığı veya yıkıldığı üzerinde de durulacak.

YENİDÜZEN yazarlarından şair Neşe Yaşın’ın “Sizin şehriniz hiç bölündü mü?” başlıklı yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz. Neşe Yaşın şöyle yazıyor:

 

“SİZİN HİÇ ŞEHRİNİZ BÖLÜNDÜ MÜ?

Neşe Yaşın

Sizin hiç şehriniz bölündü mü? Bu sorunun boğazıma attığı düğüm ve damarlarımda dolaştırdığı isyan kim bilir daha kaç yıl sürecek?

Yüksek bir binaya çıkıp şehrin öteki yarısına baktığımda, öfkeli duvarlar, içi kum dolu variller ve dikenli tellerin üzerinden uçarak geçeceğimi hayal ederdim.

Bu, herhangi bir şehir değildir benim için. Bulunduğum yerden yabancıların turistik merakını ve benimkine hiç benzemeyen bir kederle yazıklanmalarını gözleyebiliyorum.

İşte orada, o dar sokakta ben! Beyaz kundaklara sarılmış bir bebek olarak doğumevinden çıkmaktayım annemle… Ve Sarayönü'nde küçük bir kız yürüyor ipekli elbisesi, hasır şapkasıyla… Bu şehir benim için bir hayat hikayesi!

Sizin şehrin öteki yarasında sevdikleriniz var mı? Hani bağırsanız sesinizi işiteceklerdir, ama yıllar boyu görüşmeniz yasaklanmıştır onlarla. Aranızda üç ordu ve sayısız bayraklar durur. Aranızda düşmanlıklar, söylenceler, tarih yorumları durur.

Şehrin iki yarısı hep aynı saatte uyanır. Güneş aynı saatte doğar; gün başlar… Ama bir yarı yıllarca "günaydın" diyememiştir ötekine, konuşmak ve dokunmak yasaklanmıştır.

Benimkisi başka, bambaşka bir duygudur. Bu şehir bizzat benim ve gövdem ikiye ayrılmıştır. Ben bölünmüş bir sokağım, kötürüm bacaklarımla hiçbir yere gidemem.

Şehirde bir bebek doğar; bir cenaze kalkar. Gazetede ölüm ve doğum ilanları… Sınırda askerler nöbet değişir…

Şehrin bir yarısı öteki yarısını kurşunlarken yorganın altında ölümü bekleyen bir çocuk vardı, büyümenin acılarını çeken yeniyetme bir kız; gece yarısı sokakta ürkerek yürüyen bir kadın…

Onların hepsi bendim ve bu şehir beni iyi bilir. İnsanları işitmese de taşları işitmiştir sesimi.

Şehrin yasak yarısı yıllarca beni çağırmıştır. Bu sesi rüzgarlar getirmiştir bana. Bulutlara binip ulaştığımda da bu kez öteki yarısı yasak olmuş ve yine beni çağırmıştır. İşte böyle çılgın bir şehirdir burası!

İki yarının birbirine gizlice dokunduğu yerlerde, bir sokağın yarısını, bir ağacın köklerini yitirdiği yerlerde; şehrin kesik damarları kanar. Yalnızca onu sevenlerin hissettiği bir iç kanamadır bu.

Bazıları şehrin öteki yarısını unutmuş gibidir. Bu duyguyla küçülür şehir; renksizleşir… Şehrin içi sıkılır… Geceleri öteki yarısı ışıklarını gösterip göz kırpar… Şehrin bir yarısı havai fişekleriyle şenlik yapar öteki yarısı yas tutar… Şehrin bir yarısı öteki yarısını yok edecek silahlarla resmi geçit yapar, öteki yarıda yarıya inmiş bayraklar.

İşte benim içinden üç ordu geçen şehrimin kapılarından biri 29 yıl sonra aralandığında sokaklar bir barış festivaline dönmüş; tüm yasaklara rağmen insanları kucaklaşmıştı… Ama bir şehrin kalbi bir kez kırıldı mı kolay tamir olmuyor…

Şehrin tam ortasından geçen ikiye bölünmüş bir cadde vardır. Şehrin ilk bölündüğü, birbirine küstüğü noktada… Daha ada bölünmeden oraya kurulan barikatla ayrılığın acısı kazınmıştır zamanın ruhuna… Şehrin kalbine dikenli tellerin saplandığı, birbirine uzanan ellerin duvarlarla ayrıldığı yerdir orası…

Bir şehrin nasıl acı çektiğini onu yalnızca kendi bayraklarının mekânı sayanlar, onun yarısını düşman görenler nasıl bilebilir?

Sahi, sizin hiç şehriniz bölündü mü?

Aslında hepimiz yurtsuzuz burada. Bunca ordunun bunca silahın bunca müzakerenin ortasında.

Parkta yürüyorum ama ağaçlar bana ulusal dillerde konuşuyor. Dağlar bayrakların renginde bakıyor.  Denize doğru koşmak istiyorum; askeri bölgeler kesiyor önümü.  Kılıçlı beygirler kişniyor isyan ettikçe. Her yana kan ve para bulaşmış. Bir resmi geçit başlıyor. Tribünde gururla seyrediyor apoletli iktidar. Gözlerimi yumuyorum.  Uzaklarda çok uzaklarda bir bahçe. Küçük bir kız çocuğu yere çömelmiş ağlıyor.

Ulus bir zulümdür.

Şehirlerin belleği, müzelerden çok sokaklarda, hatta toprağın altında değil midir?

Geçtiğimiz yıl birisi, sık sık içinden geçtiğim çocuk parkının altında toplu bir mezar olduğunu ve bunu pek çok kişinin bildiğini söylemişti bana; şimdi oradan geçmiyorum mecbur kalmadıkça...

Bu bölünmüş şehirde yaşamanın aslında insana ne kadar yıkıcı bir enerji, derinden gelen bir gerilim verdiğini 29 yıllık sıfır iletişim politikasının ardından geçiş kapılar açıldıktan sonra anlamıştım... Birden bedenime ve ruhuma bir kuş hafifliği gelmiş; mekânın bir anlamda normalleşmesi, 1997 yılında bir sivil itaatsizlik eylemi yaparak geçtiğim adanın güney tarafındaki varlığımın, bir “yanlış” ve “günah” olmaktan gündelik pratiğe doğru gitmesi beni rahatlatmıştı. Hele o ilk günler şehrin bir yanından öteki yanına doğru yürürken kendi küçük zaferimin gururuyla yüzümde hep bir gülümseme taşıyordum. Her iki yandan da polisler beni kutluyor; “senin için kimlik kontrolü yok” diye espri yapıyorlardı.

Başarısızlıkla sonuçlanan ve adayı birleştirmeyi getiremeyen referandumdan sonra bu sevincimde bir kırılma oldu; üstüme yine bir yersizyurtsuzluk hali geldi.

Bir tarafta inceden bir “ötekilik” durumu, öteki tarafta hırsız ve yabancı gibi... Gerçi, sık sık kapımı çalan yabancı gazetecilere şehrin iki yarısında da, sanki şehir birleşikmiş gibi  yaşadığımı söylüyorum ya!  Doğrusu, pek haksız da sayılmam. Bir şehirde yaşamak nasıl bir şeydir ki? Bir tarafta işine, şehrin öteki tarafında öğle yemeğine gidebilirsin. Benim için haftanın en az üç günü böyle geçiyor. Şehrin her iki tarafında da randevularım, doktorum, kuaförüm var. Geçerken kimlik kartımı gösteriyor olmamın, ya da bölünmeden ötürü kısa mesafeleri uzun sürede aşıyor olmamın çok fazla önemi yok. Sonuçta, daha önceleri aynı mesafeyi aşmak, şu dünyanım en uzun elli metresini geçmek için üç uçak değiştirmem gerekmiyor muydu?

Kıbrıs’ın iki tarafında da yıllarca duvarlara, zihinlere yazılan “Unutma” sloganı aslında şunu söylüyordu: Oluşturduğumuz bu anlatıyı, adına “tarihimiz” dediğimiz, üzerinde mutabakat kurduğumuz bu yalanları unutma ama gerisini unut. Bütün kendi bildiklerini, hissettiklerini unut. Unutma ki onlar zalim olanlardır ve bizler mazlumlarız.

Fotoğraflar bunu söylüyordu; radyolar, televizyonlar, gazeteler, tarih öğretmenleri, kitaplar, söz ve yazı hep bunu söylüyordu... Büyük anlatı paylaşılmalı ve dışarıya karşı hep birlikte savunulmalıydı. Ötekilerin zulmü, her yerde anlatılmalıydı...

Unutma, aslında” unut” da demekti. Unutulmaması gereken, büyük otorite tarafından belirlenmişti. Gerisinin hatırlanması ise şiddetle yasaklanmıştı.

O günler, sürekli geçmişe doğru bakılan günlerdi. Geçmişin sersemletici travmasıyla geleceğin önüne barikatlar kurulduğu günler... Sonra bir gün toplumlar farklı ve ortak bir gelecek olabileceğini düşündüler ve harekete geçtiler. Bu bellek yitiminden kurtulmaya çalıştılar. Geleceğe doğru bakabilmek için önlerinde engel olarak duran sorunlu geçmişi temizlemek, onunla hesaplaşıp işini bitirmek istediler.

Yaşadığımız  günler sanki bir hatırlama çılgınlığı hali... Banyoda öldürülen çocuklara, Türkiye’de tedaviye gönderildiği iddia edilen küçük Hristo’ya  ilişkin haberlerle her iki tarafın gazeteleri geçmişin acıtan koridorlarında dolaştırıyor bizi.

Bu hatırlama hali, acı veren geçmişin deşilmesi, kimilerine göre yanlış; onlara göre en iyisi unutmak. Bu anımsamalar birlikte yaşayabilmenin önünde bir engel, görüşünü taşıyanlar dahi var. Buna pek katılmıyorum. Çocuklar bir toplu mezarın üzerinde oynarken barışı kurmak mümkün mü... Barışmak için bağışlamak gerek. Unutulan şey nasıl bağışlanabilir?

Unutmak da hatırlamak da yanlış yapıldı bugüne kadar. Resmi tarih anlatıcısı, seçici belleği devreye soktu ve hikâyeyi işine geldiği gibi oluşturdu. Bu Tarih anlatısı, bizi haklılığımıza ve mazlumiyetimize ikna ederken, dünyaya da ötekilerin caniliğini anlatmalıydı. Onlar da aynısını yaptılar ve kendi tarih anlatılarını kurdular. Gerçek tarih ise insanların anılarında... Ve işte artık diller çözüldü... Anlatılara dökülen geçmiş, resmi tarih anlatılarının ipliğini pazara çıkardı, illegal bellek devreye girdi.

Yas bitirilmeden yeni bir hayata başlamak mümkün olabilir mi? Kemikleri bulunup gömme töreni yapılan her kayıp kişi, geriye kalanlar için yeni bir hayatın başlangıcı olacak... Tamamlanmış bir veda geçmişle kurulan acılı bağa  bir nokta koyacak.

Hikayelerimizi anlatıp gözyaşlarımızı döktükten sonra belki birbirimize sarılıp birbirimizin acıları için de ağlayabileceğiz... Ve belki gözyaşlarının nehrinde küçük gemimiz bizi başka bir ülkeye götürecek. Bir daha böyle acılar yaşamamak üzere yeniden kuracağımız bir ülkeye.”

(NEŞE YAŞIN – Temmuz 2019)