“Siz tutup başka bir yüz yapıyorsunuz…”

Cenk Mutluyakalı

Yaşar Ersoy gibi 50 senelik bir tiyatro ustasının oyununu geçmişte eleştirdiğim oldu.
Kimine göre hadsizlikti.
Niye öyle olsun ki?
İzliyorum, hissettiğimi yazıyorum ve bu “akademik” bir not olmuyor.
Gazeteci çoğu zaman “sokaktaki insanın” duygusunu anlatıyor.

*  *  *

Çok fazla “slogancı” bulmuşumdur kimi oyunlarını, oyunculuğunu abartılı; mesajı doğrudan insanın beynine çakıyor, neredeyse sözle döve döve!
Tiyatro hayatın aynasıysa eğer bu kadar “yüksek sesle” mesaj vermek gerekmiyor.
Bunları geçmişte yazdım.
Yaşar abi de düşüncelerini paylaştı benimle…
Bilemem, belki kızdı kırıldı, belki düşündü…
Ve ama “gazeteci-sanatçı” ilişkisi üzerinden bu iletişim hep saygıyla yürüdü.
Niye?
Çünkü adamın bu ülke tiyatrosunda harcı var, emeği var, izi var.
Bir de…
“Özgürlük” gibi bir düşü var.

William Shakespeare’in “Hamlet”inden bir söz paylaştım dün…
“Boya kullandığınızı da duydum sizin, duymaz olur muyum? Tanrı size bir yüz vermiş, siz tutup başka bir yüz yapıyorsunuz kendinize."
Hiç parmağımın ardına saklanacak değilim, bu söz, hükümet koltuklarında oturarak, birilerine yaranmak için bu toplumun iradesini hiçleştirenlere yakışıyor.
Hem koltuklarda oturmak, hem de sanki sorumluluğa ortak değilmiş gibi davranmak “boyalı” duruyor.
Kendilerini “kusursuz” gördükleri için olacak her eleştiriyi de “ama bak geçmişte de böyle olmuştu” ya da “senin partin benim partimi döver” üzerinden savuşturuyorlar.

Nereye geleceğim.
Şimdi diyelim ki bir tiyatro oyunu yazdım ve Osman Alkaş, Aliye Ummanel, İzel Seylani, Osman Ateş’ten oluşan “KURUL” sahnelenmesi için uygun ya da yeterli bulmadı.
Çok doğaldır ve olması gereken de budur.
Her yerde bir ölçüt, standart, değerlendirme şarttır.
Israrla, inatla bunu istiyoruz.
Oysa…
Yaşar Ersoy meselesi aynı değildir.
Kimileri böylece “basitleştirmek” istiyor.
Aynı değildir çünkü…
Oyunu yazan 50 senelik bir sanatçıdır.
Oyunu reddeden ise tiyatroyla uzak yakın alakası olmayan, siyaseten tiyatrolara müdür atanmış, partisinin Akdoğan Belediye Başkan adayı yaparak seçim kaybetmiş, öğretmen bir isimdir…
Ömründe ne oyun yazmış, ne yönetmiştir; bundan önce de ismi, tiyatroyla yan yana gelmemiştir.

Toplumsal değerlerimizle, sinir uçlarımızla, özgürlüklerimizle oynuyorlar senelerdir.
“Benzetmek” istiyorlar, “biz”e benzemeyen bir yere!
Kendimizi korumaktan başka bir çaremiz yoktur.
Yüzsüzlere rağmen!
 


Bir parçalanma ve kavuşma öyküsüdür, öykümüz

 

 


 

Bu hayatın içinde çok fazla yarılıyoruz.
Yaralarımız oluşuyor böylece…
Kaşıdıkça kanıyor, kanadıkça acıyor, acıdıkça irkiliyoruz.
Parçalanıyoruz.
O parçalardan bir bütün oluyoruz, büyüdükçe…
Parça parça topluyoruz hayal kırıklıklarımızı...
Bölünüyoruz.
O bölünmeler arasında çürütüyoruz ömrümüzü…

*  *  *

“Aşk da haz gibi hep aynıydı, tekrarlandıkça tadı kaçıyordu” der Defne Suman, Yaz Sıcağı’nda…
Aşk dediğimiz de aslında yarılmaların, parçalanmaların, bölünmelerin arasından bir yerde yüzünü eskitiyordu.
Ya da…
“Aşk” var diye katlanabiliyorduk onca yaraya…

*  *  *

“Babaane, benim kafamın içinde konuşan birisi var. Hep konuşuyor. Senin de var mı?”
“Tabii yavrucuğum, insanın iç sesidir o.”
“Hiç susmaz mı peki?”
“Neden sussun istersin?”
“Eh bazen yoruluyorum.”

*  *  *

O iç ses hiç ama hiç susmuyor.
O ses çoğaldıkça kendimizle hesaplaşmamız büyüyor.
O ses, başka seslere karışıyor, başka sesler, kendi düşlerimize…
O ses, başka seslere yeniliyor bazen…

*  *  *

“İnsan ruhunu ufak tefek maceralarla taze tutmalıdır” der, bir yerinde Yaz Sıcağı’nın...
Öyledir.
Buna içtenlikle inanırım.
Çoğumuz itiraf edemese de bu gerçeği, pratik kendini gösterir.
İlişkileri körelten değil besleyen bir dürtüdür bu…
Çünkü eninde sonunda insan yalnızdır…
“Ne tuhaf, aşkın en çok tek başınayken hissedilmesi, duyguların ancak yalnızlıkta hazmedilmesi…”

*  *  *

Bütün bölünmüşler gibi hayatlarımızı tamama erme hasreti içinde yanıp tutuşarak, eksik ve huzursuz geçiren insanlarız biz…
Eh bazen yoruluyoruz.
Yine de biliyoruz.
Hayat yaralarıyla bile güzel…




(Üzülürüm, eğer okumamışsanız halen ve size, ısrarla, Defne Suman’ın “YAZ SICAĞI”nı öneririm. Bir sevda kapısından girecek, soluk soluğa, Kıbrıs’a bir yere çıkacaksınız.)
 


Emanetçi!



Yeni yeni işler öğreniyorum, yeni yeni işletmeler.
“Emanetçi” dükkanı gördüm geçenlerde.
“Bu ne?” dedim.
Bir arkadaşım yanımdaydı, anlattı. Borç para alıyor, buna karşılık örneğin cep telefonunuzu emanete bırakıyorsunuz.
Diyelim ki 100 lira aldınız. Sonra gidip 110 lira verip, telefonunuzu geri alıyorsunuz.
Ya da arazi, emlak veriyorsunuz, araba, çok daha fazla para borçlanmak için!
“Niye gidip bankadan borçlanmıyor” dedim, arkadaşıma…
“Borçlanamıyor herhalde…”
Dedim ya…
Çok geride kaldım…
Bu ülkedeki “yeniliklere” yetişemiyorum gayrı!
“Emanetçi” diye benim bildiğim, “Bu valiz burada dursun” der, bir onluk verirdiniz.
İyi de dükkanın üzerinde gerçekten “Arazi, Altın, Emlak” falan yazıyor.
Şu aralar sık sık yazıyorum ya “Kim bilir daha neler göreceğiz?
Geçmişte “tefeciler” vardı, onlar “finans danışmanı” oldu şimdi!
Bakalım bunlar ne olacaklar?
 



Daha önereceğim kitaplar var!

Zeki Erkut’un “Kral” ve Nihat Nalbantoğlu’nun “Dezavantajlarına Rağmen Başarılmış Bir Hayat” kitaplarını da yazacağım, haftaya…
Siz benden önce davranabilirsiniz, eğer, halen okumamışsanız…