Hakkı Yücel
Yazılı bir kural değildir, ancak derin krizlerin, büyük sıkışmaların yaşandığı siyasal-toplumsal süreçlerin aynı anda çözüm potansiyelini artıran, yeni dinamikleri harekete geçiren paradoksal bir gücü olduğu da söylenir. Burada kritik nokta, yaşanan krizi/sıkışmayı aşmak adına söz konusu süreç karşısında sergilenecek tavırlar, ortaya konacak seçeneklerle ilgilidir ve bu da evvel emirde bir bütün olarak sorunun varlığını kabul etmekten, onunla yüzleşmekten geçmektedir. Bir başka ifadeyle bu aşamada sorunun bütününü görmezlikten gelmek, ertelemek, üzerini örtmek ya da inkâr etmek mümkün değildir. Siyaset dili üzerinden ifade etmek gerekirse böyle bir durumda artık her türlü hamasetin, popülizmin, oportünizmin sonuna gelinmiştir. Öyledir çünkü bu türden yaklaşımlar, ilke ve değerler bütününden yoksun oldukları için siyasal-toplumsal ölçekte ‘ahlâki’ yozlaşmayı artırdıkları gibi, tutarlı bir sistem önermekten de uzaktırlar. Böyle olduğu içindir ki siyaset-toplum ilişkisi son kertede ‘bol keseden vaat edenlerle’-‘bol keseden talep edenler” ilişkisine dönüşmektedir. Daha da önemlisi, böylesi bir ilişkinin kaçınılmaz ve asıl vahim sonucunun, ahlâki kaygıları göz ardı eden, toplumsal değil bireysel çıkarlar peşinde koşan, bunu elde etmek için her yolu mübah kılan anlayışları meşru hale getirmesidir. Karşılıklı olarak birbirini besleyen, ahlâki yozlaşmayı ve sistemsizliği teşvik eden bu kapsamdaki siyasal-toplumsal bir tablonun ise uzun süre devam etmesi, varlığını koruması mümkün değildir ve zaten bugün itibarıyla geldiğimiz aşamada bunun olmayacağı ayan beyan ortaya çıkmıştır.
Aşikâr olan şudur: Yürürlükteki sistemin dönüştürülmesi/değiştirilmesi zamanı gelmiştir ve söz birliği etmişcesine hemen herkesin kabul ettiği üzere artık bundan kaçış yoktur. Bu noktada murad edilenler farklılık gösterse de herhalde altı çizilmesi gereken husus dönüşüm/değişimin sadece siyasal ‘iktidar’la sınırlı kalmaması, aynı anda hâkim anlayışı ve yapılanmasıyla siyasal-toplumsal alanın tümünü kuşatacak bir ‘zihniyet’ dönüşümü/değişimini de gerektirdiğidir. Daha net bir ifadeyle, salt bir siyasi partinin gidip bir başka siyasi partinin iktidara gelmesiyle sınırlı kalacak olan bir değişimin -bu ideolojik ölçekli bir değişim olsa da- yaşanmakta olan kriz/sıkışma halini aşmak yönünde köklü bir çözüm getirmeyeceğidir. Nitekim bunun olamayacağı, yakın geçmişte yaşanan ve ilk anda ‘statükonun sonu’ olarak algılanan iktidar değişikliği örneğinde de görülmüştür. Öyledir, çünkü gelinen aşamada çözüm tek başına iktidarın el değiştirmesi değildir. Bundan çok daha öte, kurumsallaşması ve işleyişiyle bugün yaşadığımız derin krizde büyük payı olan hâkim siyaset anlayışının, yani bizatihi siyasetin kendisinin, buradan gelişen siyaset-toplum ilişkisinin ve nihayet bütün bunları kuşatan ve meşru kılan zihniyet dünyasının değişmesidir. Eğer tablo buysa, Kıbrıslı Türkler yeni siyasal-toplumsal sorumluluklarla karşı karşıya demektir. Başından kabul etmek gerekir ki, her köklü değişimde olduğu gibi böylesi bir süreç sancılı yaşanacaktır ve kaçınılmaz olarak fedakârlığı gerektirecektir. Böyle olacağı için de burada ön alması gereken artık bireysel çıkarlar peşinden gitmek değil, toplumsal çıkarları gözetmektir. Bunun yolu ise siyasal, toplumsal, entelektüel aklın ortak toplumsal talepleri ve çıkarları bir araya getirecek adımları atmasından ve bu zeminde ortak talepleri karşılayacak dayanışmayı ve adaleti temin etmesinden geçmektedir. Bu herşeyden önce ahlâki bir sorumluluktur; onu gerçek ve geçerli siyasal-toplumsal bir seçenek haline dönüştürecek olan da öncelikle bu sorumluluğun yerine getirilmesidir. Bütün mesele bunun nasıl yapılacağıdır.
Şu an itibarıyla değişim/dönüşüm adına yeni bir seçenek olarak gündeme gelen ve halen uygulanmakta olan, patenti AKP’ye ait, UBP iktidarı aracılığıyla dayatılan önlemler paketidir. Mevcut statükonun bugünkü haliyle sürdürülemeyeceği gerekçesiyle, olmazsa olmaz kabul edilerek uygulamaya konan bu seçenek adım adım yürürlüktedir. Gerek kapsamı itibarıyla, gerekse hayata geçiriliş biçimi ve yöntemiyle büyük tepkilere yol açan, siyasal-toplumsal gerilimi artıran bu yaklaşım, aynı anda geniş ölçekli siyasal-toplumsal bir karşı çıkışı da harekete geçirmiştir. Yine bu döneme denk düşen bir başka gelişme ise, Lefkoşa Türk Belediyesi bünyesinde yaşananlardır. Aylardır maaşları ödenmeyen belediye çalışanlarının buradan kaynaklanan mağduriyetleri hâlâ sürerken, hizmetlerin durmasıyla tüm Lefkoşa’nın bir çöplüğe dönüşmesi mağduriyet katsayısını ve kapsamını daha da artırmıştır. Bütün bu gelişmeler karşısında koltuğunu terk etmemekte ısrar eden bir Belediye Başkanı’nın varlığı ise Kıbrıslı Türkler adına utanca vesile olacak bir KKTC orijinalitesine dönüşürken, yaşanan sorunu çözmek yerine Kaymakamlığı devreye sokmakla yetinen siyasal iktidarın tavrı, sorunu çözmek bir yana, yangına körükle gitmekten başka bir işe yaramamıştır. Ve nihayet, siyasal-toplumsal ölçekte tam bir sıkışma halinin söz konusu olduğu bu dönemde, öncesi ve sonrasıyla ülke gündemini kilitleyen UBP Kurultayı ekseninde yaşananlar da yürürlükteki siyasetin mahiyetini ortaya koyarak bir bakıma büyük KKTC fotoğrafını tamamlamış, hâl-i pür melâlini bütün çıplaklığıyla açığa çıkarmıştır.
İtiraf etmek gerekir ki gelinen nokta bir sürpriz değildir; şimdilerde iç siyaset üzerine kör gözüm parmağına bütün ağırlığıyla çöken vesayet ve dış müdahaleler, partizanlık, adam kayırmacılık, kamunun şişirilmesi, popülizm vb. şeyler bugüne kadar hep olagelmiştir. Sonuç itibarıyla Kıbrıs Sorunu’nun seyriyle de doğrudan ilişkili olarak, ister konjonktürel, ister bilinçli, ister stratejik ve isterse operasyonel gerekçelerle sürdürülen bir sistem(sizlik) yaratılmış, bu bağlamda oluşturulan iç dengeyi bozacak muhtemel sorunlar, güncel ihtiyaçlar ölçeğinde ve tatminkâr bir biçimde dışardan (Türkiye’den) yapılan katkılarla giderilmiş, taleplerin ve ihtiyaçların karşılanması, statükonun toplum nezdinde de meşruiyetini sağlamıştır. Bu tablo ise son kertede siyaseti dar bir alana sıkıştırarak onu mevcut dengenin korunması aracına dönüştürmüş, bu bağlamda popülizm ön almıştır. ‘Daha çok vaat etmek’ neredeyse tek geçerli siyasal söylem halini alırken, bunun karşısında ‘daha çok talep etmek’ de toplumsal bir hak ve alışkanlık olarak yer etmiştir. Bu denklemde siyaset-toplum ilişkisi aynı zihniyet kapsamında birbirini besleyen bir mahiyet kazanmış, üretken olmaktan ziyade tüketim merkezli olan denklemin sürdürülebilmesi mutlaka dış yardıma ve desteğe ihtiyaç duymuştur. Ve nihayet buradan pay kapabilmenin olmazsa olmaz koşulu iktidara yamanmak olmuş, bu da sonuç itibarıyla siyasi-toplumsal ahlâki yozlaşmayı getirmiştir.
Dışa bağımlılığı ve haliyle sistem üzerindeki vesayeti artırması yanında, içerde popülizmin, bireysel çıkar hesaplarının, fırsatçılığın öne çıkmasına neden olan bu mekanizmanın bir başka olumsuz etkisi ise sol siyasal-toplumsal muhalefet üzerinde olmuştur. Şöyle ki, siyasal ölçekte sol muhalefet popülizmin, hamasetin, fırsatçılığın hüküm sürdüğü bu ortamda, sistem karşısında kendini farklı kılacak ve onu bir seçenek haline dönüştürecek ideolojik-felsefi kökleriyle bağılarını kopararak bu ilişkiyi salt retorik düzeyine indirgemekle yetinmiş, Kıbrıslı Türklerin siyasal tarihinde önemli bir parantez olan iktidar olma şansını elde ettiği dönemde, sistemi dönüştüren değil sistem tarafından dönüştürülen bir konuma düşmekten kurtulamamıştır. Aynı şekilde sol toplumsal muhalefet de, gücünü ve perspektifini büyük oranda ekonomik taleplerle sınırlamaktan öteye geçememiştir. Gerek sol siyasetin ve gerekse sol toplumsal muhalefetin bu zafiyetleri, Annan Plânı döneminin yarattığı konjonktürel durum hariç, onları ortak bir zeminde bir araya getiremediği gibi, çoğu zaman birbirlerinin hasımı konumuna getirmiş, bu da son kertedede statükonun varlığını sürdürmesinde kolaylaştırıcı bir etken olmuştur.
Yakın geçmişe kadar devam edegelen bu tablo, sistemi tahkim eden iki bacaktan biri olan Türkiye bacağında yer alan AKP’nin tutum değiştirmesiyle bozulmuştur. Bir başka ifadeyle AKP iktidarı, sistemin mevcut haliyle artık sürdürülemeyeceği gerekçesiyle, bugüne kadar KKTC’de sistemin üzerini örten pembe örtüyü kaldırmış, altta kalan ve görmezden gelinen her şeyin açığa çıkmasını sağlamıştır. Üstelik sadece örtüyü kaldırmakla kalmamış, bundan sonra ne yapılması gerektiğini dikte ettirme yönüne de gitmiş, bu konuda hiçbir tavizin verilmeyeceğinin altını çizerken, önerilen programa uyulmasını mutlak koşul kılmıştır. Esas olarak özelleştirmeyi, devletin küçülmesini öngören ve ülkeye yabancı sermaye akışını teşvik eden önlemler paketi radikal bir değişim projesidir, ancak bu projenin Kıbrıslı Türkler adına maliyeti çok ağırdır. Şöyle ki; söz konusu proje içerik bakımından Kıbrıslı Türkleri hem ekonomik hem de siyasi aktör olarak devre dışı bırakırken beraberinde ciddi sosyal sorunları getirmekte; uygulama biçimi ve yöntem olarak sergilenen buyurgan ve pervasız vasi tavrı ise toplumu aşağılayıcı ve onurunu zedeleyici bir mahiyet arz etmektedir.
Buradan bakınca, Kıbrıslı Türklerin gelinen aşamada artık karar vermek zorunda oldukları bir yol ayrımında bulunduklarını söylemek mümkündür: Ya AKP’nin UBP iktidarı aracılığıyla uygulamaya koyduğu projenin onlara biçtiği kadere razı olacaklardır; ya da artık ertelenemez bir aciliyet kazanan ‘değişim’in belirleyici iradesi olarak daha fazla gecikmeden kendi paylarına düşen sorumlulukları yerine getireceklerdir. Yaşanan gelişmeler ve sergilenen geniş ölçekli siyasal-toplumsal karşı çıkış eğer Kıbrıslı Türklerin ‘değişim’ iradesini gösterme ve bunun gerektirdiği sorumluluğu üstlenmeye hazır olduklarının işareti ise, bu durumda da bunun nasıl gerçekleştirileceği ayrıca önem kazanmaktadır. Bu noktada ayırdına varılması gereken, ‘değişim’in öncelikle bugüne yönelik somut önermeler içermesi gerektiğidir. Bu da siyasal-toplumsal sol muhalefetin, ideolojik olarak “ne olması gerektiği’ idealizasyonu ile yetinmeyen, bir gelecek projesi olarak bunu yapacak olsa da, aynı anda bugüne yönelik olarak “nasıl olması ve neler yapılması gerektiği” yönünde somut adımlar (realizasyon) atmakla yükümlü olması demektir. Hal böyle olunca sol siyasetin mevcut durumu bir veri olarak alması ve ‘maksimalist talepler’ yerine bu sıkışma halini aşacak ‘gerçekçi’ önermelerde bulunması kaçınılmazdır. Ancak bu kadarı da yeterli değildir, aynı anda sol toplumsal muhalefet de bu sürece katılmalı, çözüm önerileri aynı ‘gerçekçi’ zemin üzerinde onların katılımları ve karşı önermeleri ile olgunlaştırılmalıdır. Daha da ötesi vardır: bu siyasal-toplumsal kapsam, farklı sosyal katmanları ve kesimleri -sivil toplum örgütlerini- de bünyesine katarak çok daha geniş ölçekli bir mahiyet kazanmalı, bir başka ifadeyle sorumluluk paylaş(tır)ılmalı, ortak toplumsal talepleri ve çıkarları koruyacak önermeler burada somutlaştırılarak bu geniş koalisyon iradesiyle tesis edilmelidir. Ve nihayet buradan çıkan sonuç halkla paylaşılmalı ve oradan da onay alınmaya çalışılmalıdır. Bütün bunların önemi şuradadır: Bu ‘büyük koalisyon’ gerçekleştirildiği takdirde irade ve sorumluluk sadece siyaset kurumuyla sınırlı kalmayacak, toplumsal katılımla, dinamik bir ‘siyasal-toplumsal ittifak’ oluşturulması mümkün hale gelerek, bu şekilde irade de sorumluluk da paylaşılmış olacaktır. Bunun gerçekleşmesi, erken ya da normal zamanda yapılacak bir seçimde, iktidarın bu koalisyonun temsilcisi siyasal örgüt(ler)e geçmesi durumunda, geçmişte olduğu gibi bir mazeret olarak beyan edilen “enkaz aldım” edebiyatını geçersiz kılacağı gibi, toplumsal muhalefeti de sürecin oluşmasında önceden doğrudan payı olacağından onu iktidarı engellemek yerine katkı koymaya zorlayacak ve nihayet ortaya konan projeler ve önermeler konusunda önceden yeterince bilgilendirilmiş olan halk da, ya bunu kabul etmeyerek reddedecek ya da onay vermesi halinde artık “daha fazla ver” talebinde bulunmayacaktır. Sonuç itibarıyla geleneksel siyasal-toplumsal yapılanmada ve onu kuşatan zihniyet dünyasında bir değişimi ifade eden bu tablo; sistemin değişiminde gerekli iradeyi ve sorumluluğu ortaya koymaktan, bu süreç zarfında yaşanacak güçlükleri karşılamada direngen durmaktan, ortak çıkarlar ve geleceğini kurtarmak adına fedakarlıklar sergilemekten geri durmayan, ahlâki duyarlılığı yüksek, yeni bir anlayışı harekete geçirebilecektir.
50’li yılların sonunda, T.Adorno ile H.Schelsky arasında yapılan halka açık bir radyo tartışmasında Adorno, insanı varoluşsal anlamda sarsacak “radikal bir gizemlilik sökümünün” onu özgürleştirici bir potansiyeli olduğunu söylerken, Schelsky “sıradan insanların çoğunun varoluşa ilişkin radikal bir gizemlilik sökümüne” katlanamadıklarını, onların her zaman rahatlatıcı bir yalana, bir denge ve otorite suretine ihtiyaç duyduklarını öne sürer..
Gizemlilik hali bir yana, aşikârdır ki, Kıbrıslı Türklerin bugün itibarıyla ihtiyaç duydukları şey, iradelerini ele geçiren “rahatlatıcı bir yalan” ve o yalanı hâkim kılan “bir denge ve otorite” değil, kendi varlıklarında onları özgürleştirerek iradelerine sahip çıkacakları radikal dönüşümü gerçekleştirmektir.