“Singrassili Erol Eralp’ın NATO’ya uzanan öyküsü...”

Sevgül Uludağ

TALES OF CYPRUS yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” internet sayfasının yaratıcısı, Avustralya’dan çok değerli arkadaşımız, akademisyen-yazar, grafik sanatçısı Konstantinos Emmanuelle, Singrassili (Sınırüstü) Mustafa Erol Galip ya da yeni adıyla Erol Eralp’ın öyküsünü kaleme aldı. Biz de bu güzel öyküyü okurlarımız için özetle derleyip Türkçeleştirdik. Konstantinos Emmanuelle, şöyle yazıyor:

***  Erol Eralp (Mustafa Erol Galip), 13 Kasım 1935’te Singrassi köyünde dünyaya gelmişti. Singrassi, Trikomo’dan (Yeni İskele) uzak olmayan küçük bir kamra köydü ve nüfusunun çoğunluğu Kıbrıslıtürkler’di. 1931 ylındaki nüfus sayımında köyde 343 kişinin yaşadığı belirtilmekteydi. Erol’un babası Galip Mullaosman, 1896 yılında, annesi Refiye ise 1904 yılında doğmuştu. Altı çocukları olmuştu, üç oğlan, üç kız. Osman, Erol, Ali, Fatma, Akile ve Naciye. Erol’un Ahmet adlı bir kardeşi daha vardı ancak küçük bir çocukken dizanteriden hayatını kaybetmişti... “Ailemiz çok fakirdi, onu doktora götürememişlerdi” diye anlatıyor usulca... “Kardeşim evde ishalden vefat etmişti...”

***  Erol’un babası Galip kunduracıydı ve hayatını kazanmakta zorlanıyordu... Erol henüz küçük bir çocukken aile Lefkoşa’ya taşınmış ve hep birlikte amcaları Mustafa ve onun büyük ailesiyle birlikte yaşamaya başlamışlardı... “Herşeyimizi bir atın çektiği bir arabaya yüklemiştik” diye hatırlıyor Erol. Kaldıkları evin zemin katında uyduruk bir atölye açmıştı babası ancak işler kesattı. Erol’un Lefkoşa’da hayata dair ilk hatıralarından biri, yeğeni kızların onu incitmeleri ve onun da bundan kaçmak için kızkardeşinin eteklerinin arasında saklanmasıymış...

*** İkinci Dünya Savaşı başladıktan sonra 1940 yılında Erol’un ailesi tekrardan Singrassi’ye taşınmak zorunda kalmıştı, birkaç Alman uçağı Lefkoşa’yı ve Mağusa limanını bombalamaktaydı...  Pek çok Kıbrıslı kentleri terkederek dağların ya da köylerin güvenliğine sığınmaya çalışıyordu. “Örfi idareleri ve karartmaları hatırlarım” diyor Erol... “Tüm köylülerimizden yetkililerin hendek kazmalarını istediğini de hatırlarım...”

***  Singrassi’ye döndüğünde Erol’un ailesi yeniden hayatta kalma mücadelesine girişmişti. Hayat koşulları daha da ağırdı ve savaş nedeniyle daha da ağırlaşmaktaydı... Erol Bey, “Bir keresinde üç gün boyunca hiçbir şey yemediğimizi hatırlarım” diyor. “Ne kadar fakir olduğumuzun farkında değildik. Bu bizim normal hayatımızdı. Bugün cennette yaşıyoruz ama farkında değiliz...”

***  Yaz aylarında Erol’un ailesi için işler kolaylaşıyordu çünkü babutsaları, erikleri, incirleri ve hurmaları vardı... “Narlarımız da vardı” diyor... “Üzüm yerdik. Kışın ekmek yerdik. Çoğu gün yalnız ekmek yerdik. İşte bu nedenle bugün bile kışı sevmem. Kışı hiç sevmem. Kendimi güvende hissetmem...”

***  Erol’un annesi Refiye Hanım bir sene sıtmaya yakalandığında, ailesi ona bakıp iyileşmesi için dua ediyordu – vücudu ateşle titriyordu... Çok şükür iyileşerek işlerinin başına, evlatlarına bakmaya dönebildi... Refiye şanslıydı ki küçük bir tezgahı vardı... Çok küçük bir çocukken tezgah dokumayı öğrenmişti... En zor yıllarda, yumurta karşılığında dokuyacağı iplikler alırdı bez dokuyup da köyden gelip geçen satıcılara satabilmek için... Dokunmuş bezler, yumurtadan çok daha değerliydi... Erol’un babası da mal değiş-tokuşu yapıyordu. Bir keresinde bir çift çizmeye karşılık bir domuz almış, sonra da bu domuzu birkaç kuruşa kahvehanedeki bir Kıbrıslırum’a satmıştı... Kıbrıs’taki köylüler arasında mal değiş-tokuşu yaygındı, paraya dayalı olmayan bir ekonomi vardı çünkü...

***  1942 yılında Erol’un ailesi bir kez daha hareket halindeydi, bu defa İskele’ye (Larnaka) gidiyorlardı... Babası Galip Türk mahallesi yakınında eski bir fırın satın almıştı 300 sterline... Galip fırının üst katını ailesi için yaşayacak bir yere dönüştürmüş, alt katını ise kunduracı dükkanına çevirmişti... Erol Bey, “Burası çok pisti” diye anlatıyor. “Kardeşimle birlikte gidip İskele sahilinden kum dolduruyorduk tenekelere, bunları da zemindeki yağ lekelerinin üstüne döküyorduk. Bir önceki sahibinin arabalarından akmış olan yağdı bunlar...”

***  Savaş yılları esnasında Kıbrıs’ta işler kesattı. Kunduracılar, müşteri bulmakta çok zorlanıyordu. Savaş yılları esnasında kundura için deri ve çiviler tükenmişti, bu yüzden Erol’un babası kundura tamiri bile yapamıyordu. Ailesinin maddi sıkıntılarını hafifletmek için Erol’un abisi Osman, binlerce diğer genç gibi Kıbrıs Gönüllüler Birliği’ne yazılmaya karar vermişti. Ancak Osman yaşı hakkında yalan söylemişti askere yazılırken çünkü henüz 16 yaşında bir gençti. Her halukarda üç yıl boyunca hizmet etti, Port Said’e kadar gitti ve günde bir şilin kazanarak aile bütçesine katkıda bulundu.

***  1947 yılında Erol, İskele’deki ilkokulda son sınıftayken sınıf öğretmeni Bay Kemal, Lefkoşa’daki Türk Lisesi’nin bir meslek edinmek isteyen öğrencilere burs vereceğini duyurdu. Erol’un annesiyle babası bu olanağı kaçırmak istemediler. Ancak Lefkoşa’daki okula kaydolmak üzere Erol ve annesi yola çıktıklarında planlarını değiştirecekti kaderin bir cilvesi...  Erol ve annesi Lefkoşa’ya giden otobüslerin geçtiği anayolda bekliyorlardı... Beklediler, beklediler ancak otobüs gelmedi... Erol’un annesi, otobüs durağının yanındaki binanın Amerikan Akademisi olduğunu farketti. “Bugün burada giriş imtihanları olduğunu duyduydum, gel oraya gidelim” dedi oğluna.

***  Erol, Amerikan Akademisi’ndeki imtihanı geçti ve 1948’in sonbaharında bu okulda okumaya başladı. Amerikan Akademisi, Kuzey Amerika Prezbiteryan Kilisesi tarafından çalıştırılmaktaydı. Erol’un bir meslek edinme hayalleri bir anda uçup gitmişti... Erol’un babası da kunduracılıktan vazgeçerek evin altındaki atölyesini bakkala dönüştürmeye karar vermişti. Böylece ayda bir lira olan okul ücretini ödeyebilecekti aile... Erol, bakkal dükkanı açıldıktan sonra ailenin ilk kez iyi yemek yemeye başladığını anlatıyor gururla... Bakliyatın yanısıra taze sebze ve meyve, ayrıca taze hellim ve yoğurt da satıyorlardı.

***  Erol, Amerikan Akademisi’nde çok iyi zaman geçiriyordu... Güne “Tanrı Kral’ı Korusun” diye bir şarkıyla başladıklarını hatırlıyor... Erol okuldaki tüm diğer öğrencilerle serbestçe karışıyordu... “Birlikte oynuyorduk... Hristiyanlar, Müslümanlar, Kıbrıslırumlar, Kıbrıslıtürkler, Ermeniler... Hiç önemi yoktu... Baseball’u seviyorduk... Kızları da hatırlarım” diyor. “Özellikle Ermeni kızları... Onların çok güzel olduğunu düşünürdüm. Ancak gerçekte onlarla fazla temas kuramazdık. Bilirsiniz, o günlerde bu çok zordu. Buna izin verilmezdi. En iyi arkadaşım Hasan Cemal adlı bir çocuktu. Pek çok maceramız oldu. Her gün okuldan sonra bisikletlerimizle İskele’nin her tarafını dolaşırdık...”

***  Erol ve sınıf arkadaşları, okul gezileri çerçevesinde Kıbrıs’ta pek çok yere gideceklerdi... Baf’ta bir manastırı ziyaret ederek ilk kez keşişleri gördüğünü hatırlıyor Erol Bey... “Sanki de zamanda geriye gitmiştik. Keşişler, elleri hariç hiç yıkanmıyorlardı... Bu yüzden elleri, vücutlarının diğer yerlerinden farklı bir renkti. Çok da kokuyordu bu keşişler...” Okulda, daktilo ve matematikte Erol birinciydi... Öğretmenleri Bay Silvestre, Bay Kingston, Bay ve Bayan Mavridis, Bay Hristidis, Bay Edgarsa ve elbette okul müdürü Bay William W. Weir’i hatırlıyor. Bay Weir, Larnaka’daki Amerikan Akademisi’nde 1916 yılında ders vermeye başlamıştı. 1921 senesinde 300 öğrencisi olan okulda müdür olmuştu ve 1961’de ABD’ye dönünceye kadar bu görevi devam ettirmişti...

***  Amerikan Akademisi’nin esas öğrettiği şey İngilizce ve İncil’den öğretilerdi. Ne yazık ki Erol üç puanla son Din sınavını geçememiş, böylece mezuniyet diplomasını alamamıştı. Amerikan Akademisi’nde altı yıllık öğrenimi ardından Erol Bey, Türkiye’deki tarihi kent İzmir’e göç etmeye karar vermişti. İzmir’e gitme kararı, birkaç kolej arkadaşının orada tatile gidip de geri döndükten sonra İngilizce bilen Kıbrıslıtürkler için orada kariyer olanaklarından söz etmelerinden ötürü alınmış bir karardı.

***  28 Ekim 1954’te henüz 19 yaşında olan Erol ailesiyle vedalaşarak Türkiye’ye gitti. İzmir’de bir yeğeninin evinde, küçücük tavan arasında kaldı. Birkaç ay sonra bir Amerikan mühendislik ve mimarlık şirketinde iş buldu – şirketin adı TAMS yani Trippets, Abbett, McCarthy ve Stratton idi – Türk hükümetine bölgede bir baraj yapımında yardım etmekteydiler. Mühendislerin çevirmeni ve sekreteri olarak iki sene burada çalışacaktı Erol Bey.

***  1956 yılında Erol Bey askere yazıldı ve antik Konya şehrinde konuşlandı... Erol’un ailesi 1926 yılında Türk yurttaşı olarak kayıt olmuşlardı... O dönem Cumhurbaşkanı Atatürk’ün “Türkleştirme” insiyatifi çerçevesinde yaptığı uluslararası çağrı uyarınca bunu yapmışlardı. “Askerdeyken İngilizce konuşabilen tek kişi bendim, generalden başka, böylece generalin kişisel sekreteri ve çevirmeni olarak çalıştım askerdeyken” diye anlatıyor. Erol askerdeyken, ailesi ve küçük kardeşi Ali de Türkiye’ye yerleşmeye karar vermişlerdi. Babası Larnaka’daki evlerini ve dükkanı satıştan elde ettiği parayla İzmir’de bir ev satın almıştı. Ancak sorun oydu ki Türkiye’ye nakit para getirmelerine izin yoktu. Erol’un annesi Lefkoşa’daki bir tefeciye bin sterlin ödemiş, bunun karşılığında basit bir kart verilmişti kendisine – üstünde de Türkiye’ye gittiklerinde o günün kuruna göre kendilerine 35 bin Türk Lirası ödeneceği yazıyordu. Erol Bey, “Düşünebiliyor musunuz? Annemle babam İzmir’e vardıklarında bu kartı ben aldım, İstanbul’da Yahudi bir tefeciye gittim, bu karta karşılık bana 35 bin Türk Lirası ödediler. Ne büyük bir kumardı bu! Tam bir trajediye de dönüşebilirdi” diye anlatıyor. Zaman içerisinde Erol Bey’in tüm ailesi Kıbrıs’tan ayrılacaktı. Kızkardeşleri Fatma ve Naciye Londra’ya, abisi Osman ve kızkardeşi Akile de Avustralya’ya gidecekti...

***  1 Temmuz 1958 tarihinde Erol Bey, NATO’ya katılacaktı – önce “LandSouthEast” merkezlerindeki çeviri departmanında sekreter olarak çalışacaktı. Çalıştığı insanlar arasında Yunanlılar, İtalyanlar, Amerikalılar, Kanadalılar, İngilizler ve elbette Türkiyeliler vardı... Erol Bey olağanüstü daktilo kullanıyor ve çeviri yapıyordu, dakikada 80 kelime yazabiliyordu. NATO’da birkaç üst düzey Albay ve General arasında çok akıcı İngilizce konuşabilen bir avuç insan arasındaydı...

***  NATO’da çalışmaya başlamasının daha ilk gününde nasıl da önemli bir gelişme kaydettiğini hatırlıyor... “Türkçe daktiloda harflerin dizilişinin İngilizce daktilodaki gibi olmadığını farkettim. Benden sorumlu Albay Eino R. Aho’ya bir daktilo tamircisi getirerek Türkçe daktilodaki harflerin dizilişini, İngilizce klavyeye göre değiştirmesini önerdim. Bunu kabul etti ve bu büyük bir atılımdı... Bu düşüncem Türkiye’de ilk kez “dokunarak yazma”ya olanak verecek ve saatlerce çalışma ve çabadan tasarruf edilebilecekti. Yeni klavyeye “LandSouthEast Türkçe-İngilizce klavye” adı verilecek ve resmi NATO Kuralları Dökümanı’na eklenecekti. Başka bir keresinde benden sorumlu subay, bana 27 sayfalık bir proje verecekti, bu Rumca yazılacak ve herhangi bir düzeltme yapılamayacaktı. Amirime Rumca yazmakta o kadar da kendimden emin olmadıımı söyledim ancak o benim uzmanlığıma güvendiğimi, gidip bu işi yapmamı söyledi, bu görev haftalar alsa da... Yunan alfabesine kendimi alıştırmaya çalıştığım ufak bir eksersizden sonra, aslında Yunan klavyesinin, tıpkı İngilizce klavye gibi dizilime sahip olduğunu farkettim. Bu benim için sanki de bir mucizeydi. Öğle yemeğine kadar olan sürede bu projeyi tamamlamıştım. Benden sorumlu subay, buna inananmıyordu!”

***  NATO’da Erol Bey ayda 740 Türk Lirası kazanıyordu, bu da 21 sterline tekabül ediyordu. Ancak NATO çalışanları vergi ödemiyordu ve bir emeklilik hakları da yoktu çünkü 1949’da imzalanmış NATO anlaşması böyleydi. Erol Bey her zaman Kıbrıs’a dönerek Kıbrıslı bir eş bulma düşüncesindeydi ancak adada tırmanan gerginlikler onu uzak tutuyordu. 1960 yılında 25 yaşındayken, yeğeninin eşi kendisini Şükran adlı 17 yaşındaki genç bir kızla tanıştırmıştı. Erol Bey, Şükran’ın güzelliğine derhal vurulmuştu. Evlendiler ve iki çocukları oldu – 1961 yılında Suat, 1964 yılında da Canan dünyaya geldi. Ancak Erol ile Şürkan ne yazık ki ancak beş yıllık bir birliktelik ardından 1965 yılında boşanacaklardı...

***  Erol Bey 1967 yılında Gülcihan adlı bir başka kadınla evlendi. İki oğluları oldu, Engin ve Ertan... Gülcihan bir süre sonra Avustralya’ya gidip yerleşmelerinde ısrar etmeye başlamıştı. Erol’un ilk evliliğinden çocukları da onlarla birlikte yaşıyordu. Erol Bey en nihayet eşinin ısrarlarını kabul etti, yurtdışına gitme konusunda. 1973 yılında NATO’daki işinden ayrılarak ailesiyle birlikte Melburn’a gitti. NATO’daki deneyiminden ötürü derhal Göçmen Dairesi’nde iş bulacak kadar şanslıydı. Etnik İşler ofisinde tercüman olarak çalışmaktaydı... NATO’dan ayrılırken almış olduğu parayla ailesi için bir ev satın alacaktı Avustralya’da.

***  Ancak beş yıl sonra Erol ve ailesi Türkiye’ye döndü... “Eşim Gülcihan Avustralya’da çok mutsuz olmuştu ve İzmir’e dönmekte ısrar ediyordu. Bir kez daha herşeyi satıp savdık ve 1978’de geri döndük. Ne yapabilirdim? Çok şükür NATO’daki işime geri dönebildim ancak bu kez Lojistik Bölümü’nde çalışacaktım...” Altı yıl sonra, 1984 yılında Erol ve ailesi yeniden Avustralya’ya döndüler. Bir kez daha Gülcihan Hanım öyle istemişti. Çok şükür Erol Bey yeniden Göçmen Dairesi’ndeki işine döndü ve 1989’da emekli oluncaya kadar orada çalıştı. Ne yazık ki Gülcihan hanımla evlilikleri 1992’de son buldu ve boşandılar. Erol Bey üçüncü kez evlendi ancak eşi 2016’da kanserle kısa bir mücadele ardından vefat etti...

***  Erol Bey’le 2018 yılında tanıştığımda tek başına yaşıyordu, mutluydu, çok etkileyici sebze-meyva bahçesine bakmaktan çok memnundu... Kendi arka bahçesinde küçük bir Kıbrıs yaratmış gibiydi... Erik ve incir ağaçları vardı, nar ağaçları vardı, tıpkı köyü Singrassi’deki gibi... Şeker kamışı bile ekmişti, bir zamanlar köyde ektikleri gibi... Çok iyi beslenmiş üç sokak kedisi, ona yoldaşlık ediyordu... Erol Bey bana, “Çok ilginç bir hayatım oldu Kostas” diyordu... “Kişisel hayatım belki çalışma hayatımınki gibi dengeli değildi ama yine de dört harika evladım ve altı tane de torunum vardır...”

***  Erol Eralp gibi küçük bir Kıbrıs köyünden gelen fakir bir çocuğun hayatında bu kadar büyük akademik başarı elde etmesi, NATO gibi bir yerde iş bulması olağanüstü birşeydir. Bu da bana hırs, kararlılık ve dayanıklılığın, başarıya giden yol olduğunu göstermektedir... Erol Bey, beni kendi kalene alıp bana bu olağanüstü öykünü anlattığın için çok teşekkür ederim... Ayrıca bana bahçenden topladığın bir torba domadez ve babutsalar için de çok teşekkür ediyorum...


Erol Eralp ortada, NATO tesislerinde çalışırken İzmir'de.


Erol Eralp, 1953'te bir okul gezisinde Baf'ta...

Fotoğraflar Tales of Cyprus sayfasındandır...

(TALES OF CYPRUS’ta Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).