SEVME DERSİ

Neşe Yaşın

Çocukluğu çok zor bırakmıştım. İyi bir çocukluk geçirdiğimden, çocuk olmaya bayıldığımdan filan değil. Tam tersine, gitmesin de yaşayayım istediğimden belki. Bir de masumiyeti kaybetmek istememiş olabilirim. Ankara’da sokaklarda yaramaz oğlumun peşinden koşarken esnafın “Küçük, ablanı üzme bakayım “dediğini anımsarım. Gençliği daha da zor bıraktım. Hiç bırakasım yoktu. Ruhumda hem bir çocuk hem de bir genç kız hüküm sürüyor olabilir hala. Rol modelim, kahramanım, usta bildiğim filan olmadı hiç. Çok garip olduğuma, hiçbir kategori ve kalıba uyamayacağıma inandırmıştım kendimi bir kere.

Çocukken insanlara büyük bir sevgiyle bağlanırdım; bir adanmışlık haliyle. Sonra bunun bir karşılığı olmadığını gördüm. Yıllarca evimize her gün ev işleri için gelen Eminaba ile karşılaşmam bir kırılma noktasıydı. Onu büyük bir sevgiyle seviyordum. Bir gün gelmemeye başladı. Birkaç yıl sonra onu Mücahitler Gazinosu önünde görüp koşa koşa yanına gitmiştim.  Bana bir yabancı gibi baktığını anımsıyorum. Büyüyüp değişmiştim herhalde. “Sen Neşe misin?” diye sordu sonra. Tanıdıktan sonra da hiç sıcak değildi tavrı. O anı nedense hiç unutamıyorum. Birisini böyle sevmenin bir gariplik olduğu dersi gibiydi. Bu tek örnek değildi. Benim içimdeki bu sevip bağlanma hallerinin hayatta gerçek bir karşılığı yoktu. Kimse beni benim onları sevdiğim gibi sevmiyordu. Zaten de sevilmeyen bir insandım. Sevgi diye algıladığım şey bazen bir çıkar ilişkisiydi. Mecburi bir sosyal birliktelikte bir hoş tutma hali de olabilirdi. Bazı öğrencilerimde gözlemledim bunu. Neyse ki azınlıkta bu durum. Ders aldığı sürece çok seviyor gibi davranıp not alma meselesi hallolup ilişik kesilince tanımaz gözlerle bakanlar kastettiğim. Kimi zaman bir yanlış anlamadır diye avutmuşumdur kendimi. Kondurmak istemediğimden, onlar adına utandığımdan belki de. Sevgimi belli etmemeyi böyle böyle öğrendim. Fazla sevmenin hem seven hem de sevilen için bir baş belası olabileceğini… Kalplerin ne çabuk kırıldığını… Büyümek böyle bir şeydi sanırım. Artık ne sevgi gösterisine kanıyorum ne de sevmez gibi duranın gerçekte sevmediğine inanıyorum. Sevgi kolay görünür bir şey değil çünkü. Bazı işaretleri var ve onları okumayı öğreniyorsun zaman içinde. Bazen de yanlış okuyorsun. Aslolan büyük bir sevgi açlığı. Sevdiğin birilerinin seni sevmediğini, hatta baktığı halde görmediğini fark etmenin yarattığı kalp kırıklığı. Sevilmemekten korktuğumuz kadar sevmekten de korkuyoruz. Yalnızlığımız bir kadere dönüşüyor böylece. Anne bile çocuk için bir “öteki” ve belki de ilk kalp kırıklığı anne ile yaşanıyor.

“Ben bu yalnızlığı/ İçimdeki kalabalıktan yaptım” diye yazmıştım. Emily Dickinson’un dizelerinin de işaret ettiği gibi “ Daha yalnız olurduk/ yalnızlık olmasaydı”.

Yalnızlığımı seviyorum çünkü bir kalabalık içindeyim onunla. Sahici bir kalabalık bu.

Sayısız insanla karşılaşıyoruz dünyada. Modernizm öncesinde kendi küçük yerleşim birimlerinin ötesine pek taşamıyordu insanlar. Kentlerle birlikte bahsedilmeye başlandı yalnızlıklardan. Şarkılar yalnızlıkları söyler oldu. Romantik aşk da modernizm ile doğdu zaten. Önceden de aşka vardı kuşkusuz. Ama daha sahici bir şeydi galiba o zamanlar. Halk türkülerindeki, masallardaki gibiydi.

Kent kalabalıklaşırken aile küçüldü. Sonunda çıtır çıtır çekirdek ailenin bazen nasıl bir hapishane olabileceğini keşfedenler yalnız ya da yalnız ve birlikte hayatlara yöneldiler. Kadınlar özgürlükleri, bağımsızlıkları için direnişe geçtiler.

Şimdilerde yalnızken bütün bir dünya ile birlikte olabiliyoruz. Sosyal Medya’ya girdiğimiz anda milyonlarca insanla aynı mekânı paylaşır hale geliyoruz. Bir filmi, bir televizyon dizisini milyonlarca insanla birlikte izliyoruz. Birisi bir ıslık çalıyor ve binlerce insan bir anda sokağa dökülebiliyor.

Yalnızlık için bir pazar oluşturulmuş. Çöpçatanlık siteleri her türlü isteği karşılamaya hazır.

Sokaklar çok kalabalık, evler de öyle. Kalpler çok kalabalık yani bomboş.

Ne olursa olsun insan bir aile buluyor kendine. Bir dünya ailesinin mensubu oluveriyor. Kendi gibi düşünenler, kendi gibi hissedenlerden oluşan bir aile bu. En kalabalığı belki de yalnızlar ailesi. Uzaktan bazı mesajlar, bazı işaretlerle iletişim kuruyor bu aile. Başkasının ne hissettiğini kendimizden bilebiliyoruz kimi zaman.

Kimliklerimiz, farklılıklarımız küçük bölmelere tıkıyor bizi. Herkes birbirinin canını acıtmakla meşgul kendi canının acısını bastırmaya çalışırken.

Çocukluğu hiç bırakmak istemedim, gençliği de. Yetişkinlerin dünyasının nasıl yaralı, nasıl karmaşık, nasıl iki yüzlü olduğunu gördüğümden belki de.