Sevginin “kavga zamanı” gelmiştir!

Serhat İncirli

Savaş biter mi?
Ukrayna’daki felaketi izlemeye ya da takip etmeye çalışıyorum…
“Şu haklıydı, bu haksızdı” diye kesin bir yargıya varmak çok zor… 

-*-*-

Tıpkı “bizim” yaşadığımız savaş – savaşlar gibi…

-*-*-

“Acı bir gerçek” adıyla okuduğum ve sakladığım bir “İngilizce” yazıyı Türkçe’ye çevirmeye çalıştım dün… Sizlerle de paylaşayım:
“… Savaş; bir birini tanıyan ve bir birinden nefret eden ama bir birini öldürmeyen ve savaş bitince el sıkışan insanların verdiği kararlarla; bir birini tanımayan ama bir birinden nefret etmeyen genç insanların bir birini öldürdüğü bir şeydir…”

-*-*-

Çok zor bir İngilizce’den Türkçe’ye çeviriydi…
Ama mesajı anladık sanırım…

-*-*-

Bazıları karar veriyor ve masum insanlar ya ölüyor, ya da öldürüyor…

-*-*-

“Kıbrıs’ta da aynısı oldu” demiştik…
Sokaktaki insanlar, köylüler, işçiler bir birinden nefret etmedi; ettirildi…
Ve hala insanlar bir birinden nefret etmiyor ama birlikte yaşamalarına “savaşı çıkaran aynı kafalar” tarafından izin verilmiyor…

-*-*-

Neden izin verilmiyor?
E herkes biliyor bu sorunun yanıtını!
Bir daha ve bir daha ve bir daha aynı şeyi yazmanın anlamı yok!

-*-*-

Bazıları, nefretten besleniyor, savaşlardan besleniyor…
Ve onlar hiç ölmüyor…
Asker bile olmuyorlar…
Olsalar bile, üzerlerine üniforma çekip, bellerine tabanca takıp, fotoğraf çektiriyorlar, kahraman oluyorlar!


-*-*-

Ve masumlar ölüyor…
Yoksullar vuruluyor…
Ya da göçüyor…

-*-*-

Che Guevara’ya sormuşlar; “esas devrimcilik nedir?”…
“SEVGİDİR” diye, tek kelimeyle yanıtlamış…

-*-*-

Mesela “savaş”, sevmeyenlerin, sevenleri bir birine kırdırttığı bir fenalıktır!
Savaş, savaş kışkırtıcılığı ve barış düşmanlığı; “Sevmesini öğrenememiş olanlar”ın işidir…

-*-*-

Kesinlikle apaçıktır ki; “Sevmeyi öğrenmemiş; biat, itaat, yalakalık, yağcılıkla makam sahibi olmak isteyenlerin işidir “barış düşmanlığı”… 
Ama ne rahattırlar!
Felaket rahattır yürekleri!
Çoğunun vardır mutlaka bol bol banka hesapları, ganimetten arazileri…
Ohhh bir zenginlik ortamı kurmuşlardır ki; işgalcinin – işbirlikçinin de desteğiyle bozulmasın keyifleri!
Sonuçta ölecek olan da kendileri değildir ya!
“Gel keyfim gel”dir onların bütün dertleri!

-*-*-

Ama çok açıktır ve gayet görünürdür ki, “sevginin” kavga zamanı gelmiştir…
Çünkü kokuşmuştur ortalık…
Zulüm artmıştır…
Zalimin zulmü her geçen gün azgınlaşmaktadır!
Ve soru şudur: “Zulüm ne zaman artar?”
Ve bir diğer soru da şudur: “Halka yapılan kötülükler ne zaman çoğalır?”
Hz. Ali’nin dediği gibi; “Zalimin sonu gelince zulmü artar! Daha da azgınlaşır!”


Yemeklerin tadı 
şimdi tam kaçtı!

Seneler önceydi…
Faşistin biri, “… Adı bile komünist” demişti…
Bir başka faşist, demiş ki, “Sen bu restoranın adını Ermeni adı koyarsan, işlemesini bekleme” yiye ders vermişti… 
Aklınca!

-*-*-

“Boghjalian Konağı”ydı çünkü restoranının adı…

-*-*-

Hani, hep Rumlar bizi kovmuştu ve hep biz göç etmiştik ya aynı faşistlere göre…
Oysa göç bu Ada insanlarında “ırk” ayırmamıştı…
Savaş, herkesi göçe zorlamıştı…
Ve o koskocaman konağın sahipleri olan Ermeni Boghjalian ailesi de 1963’te, tarafımızdan, silah zoruyla evlerini terke zorlanmıştı…

-*-*-

Sokak da, evler de kimsesiz kalmıştı ki Boghjalian Konağı’na Zihni abi sahip çıkıyordu…
Kıbrıs Mutfağı’nın dev ustası; Zihni Türksel… 
Ve adını “Öz Maraş” ya da “Öz Antep” koymadığı için, faşist ruh tarafından, anında “komünist” ilan edilmişti…
O, gülüyordu bu “masgara gılıklı faşistlere”… 

-*-*-

Gerçeklerden her zaman kaçan, korkak faşizm, burada da aynı yerdeydi.

-*-*-

Yıllar önce, o restoran yeni açıldığında tanıdım Zihni Türksel’i…

-*-*-

Çok gidemedim restoranına…
Ama, yolumuz çok kesişti…
Sohbetlerimiz çok neşeli geçti…

-*-*-

Bu ülkeye; bu ülkenin lezzet kültürüne büyük katkısı olan; öğrencilerinin ve müşterilerinin çok sevdiği, müthiş bir emekçi ve üreticiydi…
Şakayı seven, kahkahayı bilen, yüksek sesle konuşan bir dosttu…

-*-*-

Son karşılaştığımızda, ağrılarından, ayağındaki sorundan falan söz etmişti…
Ama asla “ölüm haberi”ni alacağım aklıma gelmemişti…

-*-*-

Sıcaktı dün…
Hani, Kıbrıs’ın yazı gibi değil tabii ki ama son haftaların buz gibi havasının ardından, bahçede güneşte oturup keyif yaparken, ya da daha doğrusu uyuzlanırken, “diiin” dedi telefon…
Haber sitelerimizden birinden “uyarı” gelmişti…
“Zihni Türksel’i kaybettik…”

-*-*-

Keyif kaçıran bir haber… 
Bunca keyifsizlik üzerine; korkunç “tuz ve biber”… 
Zaten her şey pahalıydı; şimdi daha fazla tadı kaçtı yemeklerin… 
Büyük kayıp!
Büyük acı!

-*-*-

Güle güle Zihni abi…
Tüm ailesine, sevenlerine, ülkemize, yemeklerimize de başsağlığı dilerim… 


Bir gecede ölmek 
daha iyi değil mi?

Tamam, koronavirüs salgını vardı…
Tamam, döviz krizine karşı koymak elimizde değildi…
Tamam, Ukrayna – Rusya Savaşı da her şeyi alt üst etti…
Tamam, pahalılığın, zamların, yoksullaşmamızın, yaşam kalitesinin düşmesinin sorumlusu siz değilsiniz!
Anladık!

-*-*-

Tamam be canlarım da, “siyasi çözümün, güven artırıcı önlemlerin konuşulmasının, Güney Kıbrıs ile ilişkilerin geliştirilmesinin, Yeşil Hat Tüzüğü’nün genişlettirilmesinin” de önündeki engel koronavirüs mü?
Yoksa döviz mi?

-*-*-

Neden müzakere masasında değilsiniz?
Rum sizi kesecek mi?

-*-*-

Korkma Ersin Tatar, korkma!
Rum bizi kesse bile seni kesmez, kesemez!
Seni yine İngiltere’ye kaçar, kurtulursun!

-*-*-

Lütfen bırak; söyle ustaların da bıraksın; Rumlar bizi kesecekse de kessin ayrıca!
Bir gecede ölürüz!
Kurtuluruz vallahi!
Yavaş yavaş ve eritilerek öldürülmekten daha iyidir!