SENİ SEVİYORUM

Neşe Yaşın


Masaru Emoto “Suyun Gizli Mesajı” adlı kitabında, suyun bir hafızası olduğunu; duygularımızdan ve kullandığımız kelimelerden etkilendiğini anlatır. Geçmiş bir yazda elimden düşmeyen; pek çok arkadaşıma armağan ettiğim bu heyecan verici kitapta, su moleküllerinin düşüncelerimizden, duygularımızdan ve kullandığımız kelimelerden nasıl etkilendiğine dair bulgularını aktarmış Japon bilim adamı… Suyun, sözlere, duygulara, görüntülere ve dinletilen müziğe göre nasıl bir değişim gösterdiğini birbirinden güzel su kristali fotoğraflarıyla sergilemiş. Suya: “Seni seviyorum” dediğinde ve sonra onu dondurup fotoğrafladığında  kristaller simetrik ve güzel örneğin… “Senden nefret ediyorum” dediğinde ise kristaller darmaduman olmuş durumda. İnsan da zaten yüzde bilmem kaç su değil midir? Birileri bize kötü davrandığında feleğimizin şaşması tevekkeli değil.

Arkadaşım bir yerde başka bir araştırma okumuş ve bana kötü haberi verdi. Suyun hafızası silinmiyormuş. Silmek için türlü numaralar yapmışlar; suyu başka sularla sulandırmışlar vs. Ama bir türlü silinmemiş şu inatçı hafıza…

Son sıralar, bir araştırma nedeniyle bellek üzerine kitapları hatmetmekte olduğumdan şu toplumsal bellek meselesiyle yatıp kalkmakta; bir yandan da Lefkoşa’nın göbeğindeki Atatürk Kütüphanesi’nde üç beş rafı ancak dolduran Kıbrıs’la ilgili kitaplarla, özellikle milliyetçi şiirlerle içimin sularını karartmaktayım.

Şu toplumsal bellek denen şey bir kez oluştu mu o da silinmiyordur kimbilir. Bir türlü bitmek bilmeyen yazdan yararlanıp, Girne’nin batısında yeni keşfettiğimiz o muhteşem plajda kumlara serilmiş Paul Ricoeur’un “Bellek, Tarih, Unutma” başlıklı kitabını İngilizce çevirisinden okuyordum ki sayısız bellek tanımları beni heyecanlandırdı. Empoze bellek, çarpıtılmış bellek vs. Connerton da bedenin belleğinden söz ediyor.

Geçenlerde Kıbrıs Türk Gazeteciler Birliği’nin on beş günde bir gerçekleştirdiği kültür buluşmalarında konuktum ve gazeteci arkadaşlardan birisi babamın “Kin” şiirinin çocukluk günlerini kararttığından, şiirden nefret etmesini sağladığından söz etti.

‘‘Kin” şiirini babam yazmadı ki!” dedim. Hatta, milletvekili olduğu dönemde, mecliste bu ırkçı ve berbat şiirin Bayrak radyosunda okunmasının yasaklanması yönünde konuşma yapmış. Şimdi Kıbrıslı Türklerin toplumsal belleğinde önemli bir yer tutan bu şiiri merak edenler için  maalesef bir alıntı yapmak zorundayım. Su kristallerinizden özür dileyerek.

Öç almaktır yegane tasam
Sıra gelse savaş meydanına uğrasam
Bir günde bin gavur başı doğrasam
Bu kin benden billahi de gitmez
Bin gavur kellesi bir kin ödemez

Otuz bininin taşla ezsem başını
On bininin pensle söksem dişini
Yüz bininin çaya döksem leşini
Bu kin benden vallahi de gidemez
Bin gavur kellesi bir kin ödemez
.........

Ve daha bilumum işkencelerle devam edip; rakamlar toplandığında sonunda Kıbrıs’taki tüm Rum nüfusun işini bitiriveren bir şiir.

Babamın sözünü ettiği o konuşmayı meclis arşivlerinde arayıp bulamadığım ve şu “çatışma kültü” haline gelmiş “Kin” şiiri ile ilgili araştırma yaptığım günlerdi ki başıma inanılmaz bir olay gelmişti. On beş yıl önce filan olmalı, Türkiye’deki Kültür Bakanlığının düzenlediği uluslararası bir şiir etkinliğine Kıbrıslı şairler olarak davetliydik ve Istanbul’a gitmiştik. Bir anlamda tam bir fiyaskoydu. Türkiye’den çağrılı şairler etkinliği boykot etmişlerdi. Sağ cepheden minorün de minörü denebilecek modern şiirin “m”sine yaklaşamamış, hiçbirinin ismini  hatırlamadığım  pek çok “şair”le doluydu salon. Biz uluslar arası düzeyde davetliler olarak gitmiştik bir kere ve bazı iyi bildirilerle şiir kırıntılarının tadını çıkarmaya çalışıyorduk. Bir köşede bir grup Kıbrıslı şair kadın “N’apacayık?” filan diye konuşurken kendimizi ele vermişiz ki beyaz saçlı bir adam yanımıza yaklaşıp “Hanımlar, siz Kıbrıslı mısınız?” diye sordu ve gururla: “Biliyor musunuz ben sizin oralarda meşhur olan “Kin” şiirinin şairiyim. Adım Halil Soyuer” diye ekledi. Ben heyecan ve sevinçten öyle bir çığlık atıp zıplamışım ki adamcağız kendisine hayran olduğumu zannetti. Ben, elim ayağım titreyerek “Söyleşi yapabilir miyiz?

Fotoğrafınızı çekebilir miyim?” diye taleplerimi sıralamaya başladım. Bütün bunlar, onu daha da onurlandırdı. Tam fotoğrafını çekiyordum ki beni durdurdu:” Bir dakika… Daha iyi bir fikrim var” diyerek gidip salonda asılı kocaman Türk bayrağının önünde tam da aradığım muhteşem pozu veriverdi.

Sonra, sohbet etmeye başladık. Sanki o meşum şiiri yazan o değil; kederli bir duruşu olan, yumuşak huylu bir adam “Gittiğin yere beni de götür. Götür de istersen yerlerde yatır” şarkısının sözlerini de o yazmış. Ben bir canavarla karşılaşmayı bekliyordum kuşkusuz. Kin şiirinin hikayesi biraz farklıymış. Soyuer, şiiri aslında komünistler için yazmış; bana gönderdiği kitapta da gavur yerine “Moskof” geçiyor. Yani “Bin Moskof kellesi bir kin ödemez” diye gidiyor şiir. Bir komutan, “Moskof” sözünü “ gavur ile değiştirip Kıbrıs’a uyarlamış.

1960’ların en önemli milli şiircisi ya garip bir biçimde Kıbrıslı Türklerin toplumsal belleğinde, bu şiir babam Özker Yaşın’la özdeşleştiriliyor.

Mehmet Yaşın ile birlikte 1978’de Sanat Emeği dergisinde yayınladığımız, kendi kuşağımızın manifestosu sayılacak “Şiirimiz Emperyalizmin bir Silahıydı” başlıklı yazıda bizden önce yazan şairleri en çok da babamızı eleştirmiştik. O ise çok kızarak Kıbrıs Postası dergisindeki köşesinde: “Birtakım kendini bilmez yeni yetmeler ünlü soyadlarının ardına sığınarak ona buna sataşıyorlar” yollu yanıtlar vermişti bize.

Atatürk Kütüphanesi’nde babamın “Mehmetçik Kıbrıs’ta” kitabını incelerken Atatürk’le ilgili bir şiirin yanında gördüğüm mavi kalemle yazılmış bir not beni güldürdü:“Ahmedim seni çok seviyorum”. Öğretmenin verdiği ödevle uğraşan canı sıkılan bir öğrenci yazmıştır diye düşündüm. Kütüphanede kalp içine isimlerin baş harflerini yazacak ağaç yok ya o da kitaba yazmış. Ya da belki bu not aynı kitabı raftan alacak bir sınıf arkadaşı için bir aşk ilanıydı.

Herkes geleceğe kalsın diye bir yerlere bir not düşüyor. Ama gerçek hafıza içimizin ta derinlerinde, bedenlerimizde gizli olan belki de... Tam unuttum artık dediğin anda birden şiddetli bir acıyla gelip seni bulur ya o uzaklardan rüzgârını estiren sevgilinin anısı... İşte öyle bir şey...