Seçtiklerimiz ve Seçmediklerimiz…

Herkes suratında kocaman bir L((( ile gezerken, oynatmaya az kalmışken ve yine seçmediğimiz bir haftayı geride bırakmışken… Belki de şu anda aslında seçmediğiniz bir yazıyı okurken. Onca yoğunluk arasında, belki bir şey olur diye entel - dantel b

 

Herkes suratında kocaman bir L((( ile gezerken, oynatmaya az kalmışken ve yine seçmediğimiz bir haftayı geride bırakmışken…

Belki de şu anda aslında seçmediğiniz bir yazıyı okurken.

Onca yoğunluk arasında, belki bir şey olur diye entel - dantel birçok toplantıyı gezerken, hep bir soru dolandı durdu bu hafta beynimde. Hiç düşündünüz mü ne çok seçmediğimiz olayı yaşıyoruz her an ve yaşam boyu?  Ve “anı yaşa” dayatması altında seçmediğimiz ne çok andan keyif almak zorunda hissettiğimizi kendimizi?

Bu aralar herkesin dilinde aynı cümleler: “Bu başkanı biz seçtik, müstahakkımızdır”. Çığlık atasım geliyor: “Ben seçmedim”…  “Bu hükümeti biz seçtik” diyorlar yine, “çekeceğiz”. “Hayır, ben seçmedim”… E demokrasi?!

Dünyaya gelmeyi biz seçmiyoruz aslında, cinsiyetimizi de. Anne ve babamızı, ırkımızı, yaşadığımız coğrafyayı ve dinimizi de. Çoğu zaman mesleğimizi, ilişkimizi ve hatta bazen arkadaşlarımızı da.

Öyle ise yaşam insanoğlu için başlı başına antidemokratik bir olgu.

                                      ***

Gecenin bir yarısı, her şeyden bunalmış, kendimi pis kokulu sokaklara yürüyüş yapmak için atmışken, kardeşim telefonda arıyor: “Çatladira’ya gidelim mi?”  “Allah Allah o da ne ki?” diyorum. Açıklıyor: “Çatladira… Hani küçükken annem bize yapardı ya; patlamış darı, ya da mısır”. Belleğimi zorluyor, çocukluğuma gidiyorum. “Yok” diyorum, “o çatlamış darı değil, çatlayan bir böcekti sanırım”. Hemen babamı arıyor kardeşim. Anında yanıt geliyor: “Çatlamış darı, ya da bir çiçekmiş…” Hatırlayamıyorum yine de… Ama “öyledir herhalde” diyorum. “E ne olacak bu çatlayan darı, ya da her neyse?” diye soruyorum. “Alper Susuzlu Tiyatrosu’nun yeni oyunu” diyor kardeşim. “Bu hafta Gönyeli’de; gidelim mi?”… Bu güne kadar Mağusa Sanat Tiyatro’sunu hiç izlemedim. Nedense fazla argo ve abartılı Kıbrıs ağzı diyaloglar bana göre değil. Elbette hoşlananlara ve bu tiyatronun yaşaması için emek verenlere saygım sonsuz, ama bu kez yüzümde bir J oluşuyor. “Onca sıkıntı ve pis koku arasında neden olmasın ki?” diyorum kendi kendime. Ve seçtiklerim hanesine bir artı işareti koyuyorum.

Çatladira mı? Sırf argo, belden aşağı Kıbrıs ağzı bir oyun. +18 grubunda olması gereken bir oyun. Salon çoluk çocuk dolu, biz yanımızdaki on bir ve on iki yaşındaki çocuklara bakıp duruyoruz oyun boyunca. Sahnedekilerin ne kadarını anladılar bilmiyorum ama, hallerinden oldukça memnundular. Biz mi? Hiçbir şey düşünmeden oyunun akışında bir buçuk saat güldük. Oyun ne mi anlatıyordu? Aslında sanırım bu oyunda bir şeyleri anlamak çok da önemli değildi ama, ben oyun sonrasında birçok Kıbrıslı kelime öğrendim ya da hatırladım. Hele de çocukluğumun “çatladira”sını bir daha asla unutmayacağım kesin.

Bu tiyatronun bir başka ilginç yanı da, telefonla yaptığınız bilet rezervasyonlarına direkt Alper Susuzlu’nun çıkıyor olması. En doğal Kıbrıslılık haliyle “napayım hanım, dışarıda aha toruna bakarım, söyle kaç kişisiniz?” diyor. Sayınızı söyleyip “e biletleri nereden alacağız?” diye sorduğunuz zaman  da; “o gece kapıdan alırsınız. Biz seyircimize güveniyoruz” diyor Kıbrıslının en sevecen haliyle…

                                      ***

Seçmediğim Cemal Bulutoğulları’nı, yine seçmediğim Kıbrıslıtürklere tarihlerinin en kötü günlerini yaşatan İrsen Küçük hükümetini geride bırakarak seçebildiğim denizin kokusuna koşuyorum bir başka sıkışık zamanda. “Girne’ye doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma”; Orhan Veli’nin “Gemlik’e doğru denizi göreceksin/Sakın şaşırma” dizeleri aklımda. Bir arkadaşımız Alsancak’ta  denize yakın bir ev almış; kendini denizle dağ parantezine yerleştirmiş Lefkoşa’nın pisliklerinden uzakta… Amaç hem onu dağ – deniz parantezinde ziyaret etmek, hem de biraz iyot kokusu almak. Gün batımında “Camelot” plajına yürüyoruz, Kral Arthur’a ve onun yuvarlak masa şövalyelerine dair çağrışımlarla. “Camelot” , İngiltere’yi kuran Kral Arthur’un efsanevi ülkesinin adıdır biliyorsunuz. Derken Kral Arthur’un devlet kuran, efsanevi ve sihirli kılıcı “Exalibur”la da karşılaşıyoruz.  Denizin içine kılıç gibi giren “Exalibur”, tesisteki balık restoranına verilen ad.

Bu efsanelerin çağrışımlarında, kumsal ve deniz daha bir büyüleyici. Orada Kral Arthur’u, onun yuvarlak masa şövalyelerini ve tılsımlı kılıcını göremesek de bir başka gerçek büyüyle yüzleşiyoruz. “Scuba Diving” eğitmenleri Ahmet Hoca ve Derviş Bey dalıştan sahile yeni gelmiş toparlanıyorlar. Nasıl bir güzellik bu; bu kirli dünyamızda bambaşka ve tertemiz bir dünya olan denizin derinliklerine dalış yapmak! Bir güzellik ki, hem o kadar yakın, hem de o kadar uzak bize... “Deniz suyunun sıcaklığı yirmi dört derece” diyor Ahmet Hoca. Ve “herkes ölmeden önce mutlaka bir kez denizin altını görmeli” diye betimliyor Derviş Bey tutkunu olduğu dalışın keyfini…

Ve ‘biz adalıları’ konuşuyoruz, denize bu kadar yakınken, yüzlerini dağa dönen adalıları. Derviş Hoca, beş yaşındaki kızıyla birlikte yaptığı dalışları anlatırken o kadar heyecanlı ki, en kısa sürede bu ekibe dalışlarında katılasınız, profesyonel ekibin öğrencileri arasına giresiniz geliyor…

                                      ***

Sözün ve yazının bittiği yerdeyiz. Şimdi sokak zamanı. Seçilme değil, seçme zamanı. Bize dairleri seçmeyi öğrendiğimiz gün başlayacak gerçek doğum günümüz, sonsuza dek sürecek aşkımız, sıcacık yalansız dostluklarımız  ve demokrasi ile taçlandırılmış toplumsal yaşamımız. Sanırım henüz “sıfır yaşındayız”…

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri