Savaştan sonra "Savaş Sokak"

Eralp Adanır

-Kısa Öykü-

Lefkoşa'yla 1974 öncesinde onun için tek bağı; büyükbabasının, babaannesinin yaşadığı kent olmasıydı.

10 yaşındaki anılarının başında; özel günlerde -ki bu Bayramlar olmaktaydı- Lefkoşa'ya, Yenicami bölgesine büyükbabasının evine gelmek yer alıyor. Hatta o yıllarda Çağlayan bölgesinden giriş yaparken, kocaman Efkalipto denilen Okaliptüs ağaçlarının altında, kadınların çocuklarıyla birlikte girdikleri küçük bir paravanın arkasında Rum kadın polislerce yoklanması o küçücük ve oyunlarla dolu belleğinin bir köşesinde de yer almıştı.

Lefkoşa'ya her gelişinde gelenektendi. Büyükbabası disiplinli ve kuralları olan bir öğretmen olduğundan, nedense ilk uğradıkları yer berber dükkânı olurdu. Ardından  evlerinin bodrum katında yer alan mutfak-kiler ve hamamdan oluşan bölüme iner, neredeyse ımbıktan akan suyla büyükbabası habire kafasındaki sabunu köpürtür, ovar da ovardı. "Canım acıdı" demek ne haddine. Hocaefendi büyükbabası böyle sızlanmalara şans vermez, hep o damla damla suyla yıkar, paklardı.

O zamanlar öyle derdi büyükbabası: "aklandınız paklandınız şimdi."

Suyu bu kadar az niçin kullandığını hiç anlayamamıştı o yıllarda.

Limasol'da böylesine "gıdım gıdım" denilen cinsten su kullanımı yoktu. Musluktan bol bol su akardı hatırladığınca. Ama orada kaldığı birkaç gün içerisinde Lefkoşa'nın su kıtlığını anlamak için çok çaba harcaması gerekmemişti.

İlk dikkatini çeken de, merdivenlerle inilen bodrum katına varmadan, duvara yaslanmış ve betondan yapılmış, adına da "hazne" denilen bu haşmetliyi görmekle oldu.

Belediye suyu geldiği zaman haznenin içine düşerken çıkan su sesi, ona meditasyon gibi geliyordu. Demek ki Lefkoşa'nın özelliklerinden biri de, evlerdeki su hazneleriymiş diye yeni birşey daha öğrenivermişti.

Diğer günlerde sokağa çıktıklarında sokak başlarında yer alan su çeşmelerini, su doldurulan tenekeden taşıyıcıları da görmek, "susuz Lefkoşayı" daha bir tanımasına neden olmuştu.

Berber, ardından hamam geleneği tamamlandıktan sonra, büyükbabasının bisikletiyle bir yerlere gitmenin zevki de onun için bambaşkaydı. Örneğin evlerinin yakınındaki Helvacı. O tahin kokusu, Lefkoşa'nın kendi kokusu gibi gelmişti ona. Limasol'da deniz kokusu ne ise, Lefkoşa'da da tahin kokusu öyledir diye aklından geçirmiş.         

 

Gel zaman git zaman 20 temmuz 1974 savaşının ardından Limasol'dan göçmen olarak ilk geldikleri yer Lefkoşa'daki büyükbabasının eviydi. Yenicami bölgesi; Karababa, Attila, Savaş sokak ve o bölgenin nicelerini öğretmişti ona. Bir savaş göçmeni olarak gelip geçici niyetle yerleştikleri sokağın adının "Savaş Sokağı" olması nasıl bir tesadüftü pek anlayamadı çocuk aklıyla. Bugün bile düşündüğünde; sanki olanların birbirini tamamlaması gereken, adına "tesadüf" denen olması gerektiği için olanların bir örneği gibi geliyordu ona.

Bayramlarda iki-üç günlüğüne geldiği ve her defasında berber-hamam-helvacı ve elbette babaannesinin Bayramlarda hazırladığı ve ailece yenilen nohutlu pilav ekseni, artık gündelik olmaya başlamıştı onun için o günlerde.

Hatırladığı kadarıyla eylül ayıydı Lefkoşa'ya gelişleri. Babası Limasol'da esir kampındaydı o günlerde. Ekim ayında kuzeye geçecekleri söylenmekteydi tüm esirlerin. Öyle de oldu. En son grupta gelmişti babası esir kampından. Ve savaş anılarını küçücük belleğine yerleştirmek zorunda kalırken, bu kez de yoğun kalabalık içerisinde, Mücahitler Sitesi'nde babasını görebilmenin heyecanını, kalpçiğinin sonsuz çırpınışlarına bir hatıra olarak göndermişti. Yıllar sonra bu kalp çırpıntısı, babasının vefat haberini aldığında da kendini ona hatırlatmıştı.

Lefkoşa artık iki-üç günlük değil, neredeyse altı aylık bir şehir olmuştu onun için.

O günlerde Atatürk İlkokulu'na göçmenler yerleştirilmişti. Okullar eğitime başladığında ilkokul 5. sınıfı, Haydarpaşa Camii'nin altında yer alan, üstü amiyant barakalarda okumuştu. Şubat ayına kadar yarı sömestiri okuduğu bu ilkokulda Lefkoşalı arkadaşlar edinmişti kendisine. Onları her gördüğünde, '74 savaşı ve ardından Savaş Sokak anıları depreşirdi.  

Lefkoşa'yı 10 yaşının izin verdiğince yaya olarak dolaşabildiği yere kadar dolaşıp tanımaya çalıştı. Haydarpaşa Camii'nin karşısında yer alan bir oyun dükkanına, o günlerin savaş psikolojisiyle örtüşen savaş oyunlarının müdavimi olmuştu neredeyse. Hatıralarında , Salih diye, bir ayağı aksayan birinin işlettiği vardı. Bilgisayar oyunlarından önce bu oyun makineleri, inanılmaz bir teknoloji gibi geliyordu ona.

Yürüyerek Lefkoşa'yı tanımaya başlamıştı ya, bu işin bir de kaybolma macerası vardı hatırasında. Ama çok şanslı görüyordu kendisini. Bugün denizcilikte "kerteriz almak" olayını o çocuk yaşında geliştirmişti.

Selimiye camii'nin minareleri onun için her daim bir kerteriz alma olmuştu.

Sokaklar arasında kaybolduğu anda ilk aradığı şey, Selimiye camii'nin minareleriydi. Ona bakarak yürümeye başladıkça evin yolunu her daim bulmuştu.

Bugün Lefkoşa onun için hem baba tarafının yadigârı, hem mesleğini icra ettiği yer hem de savaş sonrası onu daha detaylı tanımaya başladığı, savaş anılarıyla çocukluğunu yoğurduğu, tahin kokulu şehirdi artık.

Her sokağında ve her sokağın duvarlarında nice anıları saklı, nice tarihin izdüşümlerini taşıyan, yaşayan bir şehirdi onun için.