Savaşta dahi insan yüreğini koruyan bir emekçi: Ömer Köse… 2

Sevgül Uludağ

Ömer Köse, savaş hatıralarını kaleme aldığı "Bren çantasında 18 kulak" başlıklı kitabında, savaşta dahi kalınabileceğini bize gösteriyor. ve örnekleri sıralıyor... Onunla tüm bunları konuştuk, sorularımızı açık yüreklilikle yanıtladı., bu röportajı kabul ettiği için ona çok teşekkür ediyoruz...

Onunla röportajımızın devamı şöyle:

SORU: Niçin Göçmenköy’e taşındıydınız?

ÖMER KÖSE: Şimdi göçmen evlerinin yapımına 1967 yılında başlandıydı. Ve Kaymaklı’dan göçen Kıbrıslıtürkler’i gayet sıkı bir yere yerleştirmek için, o binalar yapıldı ve oraya yerleştirildi. Biz, barakalarda kalırdık Hamitköy’de çünkü annem Kaymaklı’dan göçmendi, orada kiracıydı. Bir şekilde Hamitköy’de ev verdiler kendisine, baraka gibi… İşte oradan taşındık Göçmenköy’e.

SORU: Göçmenköy’e taşındığınızda kaç yaşındaydınız?

ÖMER KÖSE: Göçmenköy’e taşındığımızda 12 yaşını bulduydum zannederim. Çünkü oradan direk okul olarak, Ortaköy İlkokulu’na gittik, altıncı sınıf olarak.

SORU: Göçmenköy’de hayat nasıldı?

ÖMER KÖSE: Göçmenköy’de hayat güzeldi çünkü nasıl ki ergenlik çağına girmeye başladıydık, arkadaş çevremiz oluştu. Gelirlerdi, alırlardı bizi otobüsnan, Omorfo’ya giderdik, köfün çekmeye… Portokal taşımaya… Yani 14’lü yaşlarda, 15’li yaşlarda… Ayakkabı fabrikasında çalıştım. Tatillerde olurdu bunlar.

SORU: Başka kardeşiniz var mıdır?

ÖMER KÖSE: Evet, biri aynı anne-babadan, öteki üvey kardeşim…

SORU: Tek siz miydiniz annenizle yoksa onlar da beraber miydi?

ÖMER KÖSE: Onlar da yurttaydı, yurda alındı onlar da. Hepsi yurda alındıydı… Ancak nenem hepsimizi kaçırttı. Geldi bir gün, hepsimizi kaçırttı.

SORU: Annenizin annesi yani…

ÖMER KÖSE: Evet… Daha sonra küçüğü Ahmet’i hatırlamam neredeydi ama büyüğü dedemle davara gittiydi. Ben da nenemin evinde oynardım bir turunç ağacının altında ve gelip beni üç kişi aldı, zorla aldılar.

SORU: Geri yurda?

ÖMER KÖSE: Evet… Onları bulamadılar. Onlar kaldı, orada büyüdü. Ben Lefkoşa’da büyüdüm.

SORU: AYKO’da ne yapardınız?

ÖMER KÖSE: AYKO’da ırgatlık… Yani tuğla taşı, çimento götür bilmemne… Çünkü ustalık kabiliyetimiz yoğudu.

SORU: Tamam da, AYKO, ayakkabı fabrikasıydı…

ÖMER KÖSE: Tamam, yapılırken, inşaatı yapılırken… BELKOLA’da çalıştık. Fabrikasında çalıştık, askerden çıktıktan sonra olduydu o, belli bir süre.

SORU: Ondan sonra ne yaptınız?

ÖMER KÖSE: Göçmenköy’den Kaymaklı’ya taşındık, Trenyolu Evleri’ne… Orada polis evleri var, Trenyolu evleri var, oraya taşındık. Daha savaş çıkmadıydı. Artık okuma imkanım yoğudu ve işe başladıydım.

SORU: Emekçi çocuk…

ÖMER KÖSE: Evet… Kasap Mahmut vardı, Surlariçi’nde…

SORU: Kasap Mahmut’u çok iyi bilirim, annemin çok yakın arkadaşıydı hanımı…

ÖMER KÖSE: Evet… Donmuş et satardı orada.

SORU: Hem beyincik satardı paketçiklerde, alırdık ve yumurtayla kavururduk…

ÖMER KÖSE: Yaşşa! Babalığım işte beni oraya verdi. Orada çalışmaya başladım belli bir süre… Ve ondan sonra Rum tarafına götürdü beni babalığım. O da sallaktı bandabuliyada… Babalığımın adı Ahmet’ti.

Tabii gençlik zamanımızda Rum tarafına biz giderdik, diskotekler, kabareler…

SORU: Rum tarafına götürdü sizi babalığınız dediydiniz…

ÖMER KÖSE: Orada işledim. İstilli diye bir Rum vardır, Stelyos Vunyodis…

SORU: Kitabınızda bahsedersiniz, kasap olan…

ÖMER KÖSE: Evet, onun oğludur Yorgo… Orada işlemeye başladım. Orada çok iyi diyaloğum vardı, hele bir tane vardı Mihalagi vardı, benden altı ay büyüktü zannederim Mihalagi…

SORU: Şu sizi sigaradan kestiren Mihalagi… Kitabınızda bahsedersiniz…

ÖMER KÖSE: Bravo, bravo! Onunla çok iyi bir diyaloğumuz vardı. Onunla bir anımız oldu… “Ömer” dedi, “bugün Maraş’a gideceyik…”

“Kapalı Maraş” şimdiki, “Açık Maraş” o zaman… “Sana bir kızcık halletim, benim da bir kızarkadaşım var” dedi. “Tamam? Gideceyik” dedi, “diskoya…”

“Okey” dedim, gittik diskoya, endik bir bodruma. Kızlar bunu görürkenden tanıdı, geldi yanımıza, “Yiassas, yiassas”, “Merhaba, merhaba…”

“Nasılsın?” Hoşsohbetten sonra, benim Rumcam o kadar iyi değildi.

“Ma ise Turko re?” dedi bana, “Türksün sen be?”

Dedim, “Ha…”

“Signomi” dedi, “Özür dilerim, istemem” dedi. “İstemem” dedi ve döndü Mihalagi’ye, dedi “Neden Türk getirdin bana?” dedi arkadaş.

Dedim, “Mihalagi, enbirazzi… Ben dışarı çıkıyorum…”

Merdivenlerden çıktım dışarı, geldi arkamdan Mihalagi.

“Gel aşşağı yahu, gel aşşağı da başka bir tane buluruk” dedi.

“Yok Mihalagi” dedim, “boşver… Efgaristo…”

SORU: Ne kadar işlediydiniz Vunuyotis’te?

ÖMER KÖSE: Sekiz ay işledim. Sekiz ayda güzel anılarım geçti ama hakikaten faşizmin belirtileri vardı. Salamis Bay Otel’e o zaman yeni açıldıydı, et götürürdük, süpermarketlere et götürürdük, donmuş balık götürürdük. Askeri garnizonlara et götürürdük…

SORU: Yani bu adam, Vunyodis, hem donmuş et, hem taze et satardı?

ÖMER KÖSE: Bu adam Kıbrıs’ın en büyük et ithalatçısı – Yeni Zelanda, Arjantin’den, Brezilya’dan, Avustralya’dan et getirirdi. Gemi gelirdi adına, gemi, resmen, tamam? Ve bir geldiğinde gemi, en az 40-50 kamyon et gelirdi, buzluklara yerleştirilirdi, donmuş.

SORU: Ama kitabınızda bahsedersiniz, keserdi da kendi…

ÖMER KÖSE: Evet, keserdi da, taze da isterlerdi çünkü. Taze da isterlerdi… Ben bir kere gittim kesme işine, başka da gitmedim. Genelde getirirlerdi kendisine kesik etleri. Domuzları veya hayvanları. Onun genelde, ağırlıklı olarak domuz etiydi sattığı…

SORU: Sonra askere gittiniz…

ÖMER KÖSE: Evet… Askere gitmeden işte o Yorgo yani Vunyodis’in oğlularından biri, benden bir yaş büyük ve bana hiç konuşmayan bir tip. “Günaydın” demez, “Ömer nasılsın?” demez, asık yüzlü bir tip.

SORU: O da “Türk” istemez!

ÖMER KÖSE: Aynen!... İki-üç ay askere gitti bu – benden altı ay büyüktü – Sihari’ye, görmedik hiç kendini o süre içinde, sonra geldi bu. “Bu akşam mezbahaya gidelim” dedi.

SORU: Siz çata pata Rumca’yı işleye işleye alıştıydınız herhalde?

ÖMER KÖSE: Tabii, tabii… “Tamam” dedim ama kendi kendime hayret ettim. Orada yedi aydır çalışırım, adam bana hiç konuşmadı, selam vermedi, hep ters oldu bana karşı. Nasıl oldu da davet eder işe gidelim?

O gün, bahsettiği saat, altıbuçuk gibi birşeydi, dediği saat gittim ben, baktım Mersedesçiğini siler ayna gibi, müzicikleri da üstünde. Dedim, “Geldim,”, “Hade” dedi, “gidelim…”

Bindik arabaya, müziciği biraz kıstı, hareket ettik. Bir süre gittikten sonra, “Bir şey sorayım sana” dedi.

SORU: Kitabınızda da yazdınız bunu, “Siz kaç kişisiniz o yanda?” dedi size…

ÖMER KÖSE: Aynen… “Niçin soran?” dedim. “Sorarım…” dedi. Dedim, “Bir 20 bin kişi varık”, ben Lefkoşa bölgesini ve civarını düşünerek söylediydim bu rakamı…

“İki saatte hepsinizi keserik” dedi bana.

Özür dileyerek yapıyorum bu hareketi, “Hepsinin kafası kesiktir” dedim, “senin kesmene hacet yoktur”, bu şekil… Güldü…

O saat ne dedim kendine bilin? “Be” dedim, “sen Beşparmak dağlarından ötesine baktın mı hiç?”

“Baktım” dedi, “Bekledik da gelmedin şarkısını söylediniz…”

“Bak” dedim, “kes bu konuyu, sonra kavga edeceyik…”

Kesti konuyu…

Nitekim, bizim da askerlik dönemimiz geldi ve gittik askere. Türk savaş uçaklarının Sihari’yi bombalamaları, birinci hareket mı? İkinci harekattır Sihari’yi bombalamaları…

Birinci harekatta yaşadığım olaylar var, o kadının çocuklarının urubalarını istemesi… Daha da önemli olaylar var yaşadığım, çantadaki o kulaklar olayı var… Bir Rum askerinin gece vakti bizim yanımıza gelmesi olayı var…

SORU: Tamam, onlara geleceyik da, Yorgo konusunu bitirelim önce istersanız… Kitabınızda da belirttiniz, hep merak ederdiniz, Sihari’de bombardımanda öldü mü diye ve barikatlar açıldıktan sonra gidip kendini buldunuz…

ÖMER KÖSE: İkinci harekatta, bakarım Türk savaş uçakları, Sihari’yi bombalar. Bu da orada komandoydu. Dedim “Bu gitti…” Çünkü dalar, kapkara duman, çıkar… Dalar, kapkara duman, çıkar, atar bombaları, çıkar… Dedim “Bu gitti…”, umudu kestim yani Yorgo’dan…

Esirler geldi. Güreş kulübü var, Kaymaklı Spor Kulübü’nün yanında… Rifat Şener Güreş Kulübü…

SORU: Orası daha önce neyidi?

ÖMER KÖSE: Orası, askerin kontrolundaydı. 44ncü Bölük. Ama gene güreş faaliyetleri yapılırdı orada, güreş salonu olarak kullanılırdı. Oraya esirler geldi, full… Yani aşağı-yukarı 500 kişilik bir esir grubu vardı orada. Ben onbaşıyım…

SORU: Yani, demek ki sadece Pavlidis Garajı’na değil, Güreş Kulübü’ne da esirler konduydu… PEYAK’ın ambarlarında da vardı esirler diye duyduydum…

ÖMER KÖSE: Orada da vardı… Esirler benim içeri girdiğimi görünca hepsi döndü baktı. “Be” dedim, “aranızda Yorgo var mı?”

Pööö… Yüz tane Yorgo çıktı içlerinden! Rumlar’da Yorgo çok! Jeton düşer benim. “Yorgo Vunyodis” dedim, tıs yok… İçimden, “bu” dedim, “rahmetlik oldu herhalde…”

Askerliği bitirdik, nişan oldum, işe başladık… Hanımın rahmetlik babasının bir kamyoneti var, o kamyonetle başladım nakliyatçılık yapmaya. Lefkoşa’da da nakliye arabası yok.

SORU: Nerelidir eşiniz?

ÖMER KÖSE: Eşimin anne Kurumanstırlı, baba Vadilili… Ama Lefkoşa’da otururlardı, Kızılbaş’ta. Nişan olduktan sonra, işte kayın pederimin kamyonetini sürmeye başladıydım, o zaman fiberglass, Türk tarafında yok, Rum tarafından gelir, Ticaret Bakanlığı’nın izniyle. Fikri Direkoğlu vardı, reklamcı. Bu şahıs getirirdi fiberglass’ı, izin alarak. Beni arardı, her defasında, her ay, “Ömer, git Ledra Palas’a, Rum da gelecek arabasıynan… Yükleyin arabaya malzemeyi, ben gerekli izinleri aldım, polisin haberi vardır… Ve getir bana dükkana” derdi. Okey, gider, getirirdik. Hep aynı adam gelirdi. İki-üç defa o adam geldikten sonra, aklıma geldi sorayım Yorgo Vunyodis’i…

“Be usta” dedim, “nerelisin?”

“Lefkoşalı’yım” dedi, “Strovulo…”

“Leymosun yolunda, Atalassa’ya giderken, Yorgo Vunyodis vardır, kasap… Bilin?”

“E ben” dedi, “eti oradan alırım!”

“Aman!” dedim, “çok güzel!”

“Noldu?” dedi, “hayırdır?”

Dedim, “Bak, sor lütfen… Yorgo hayatta mı? Ustam Vunyodis’in oğluları vardı, bir Andrikko, bir Gogo, bir Mihalagi, bir da Yorgo… Dört tane oğlu var ustanın” dedim. “Hepsi da oğlan… Ama Yorgo’yu” dedim, “sor özellikle…”

“Tamam” dedi, “sorarım…”

Bir ay sonra gelinca, ben da ekmek kadeyifi aldım iki paket… Bu, 1976 yılıdır ha… 1976-77 yılı… İki paket ekmek kadeyifi aldım, polis görmeden, çaktırmadan verdim adama. Dedim, “Bu senin, bu da ustama…Gittiydin?”

“Gittim” dedi, “Ömer seni çok severler” dedi, “çok çalışkanmışın” dedi bana.

Dedim, “Çalışkandım, doğrudur, gene çalışkanım” dedim kendisine. “Noldu be Yorgo?” dedim.

“Yorgo” dedi, “Leymosun’dadır…”

Aman anam! Öyle sıcak su döktüler sanki başımdan aşşağı ama bir da hoşuma gitti, günün birinde ben bunu göreceğim dedim…

Netice itibarıyla zaman geçti, barikatlar açıldı… Benim elimde Kıbrıs Cumhuriyeti kimlik kartı vardır, 1973’te aldığım. Kapılar açıldı, insanlar sıraya girdi Ledra Palas’ta, ben herhalde 50-60ıncı sıradaydım. Rum polisi geldi, “Kıbrıs kimliği olan var mı aranızda?” diye önden başladı sormaya. Çıkarttım Kıbrıs kimliğini, “Öne gel” dedi bana, öncelik tanıdı bize ve 21nci kişi ben olduydum oyannı geçen. Direk gittim ustama… Tanımadı beni. “Ben” dedim “Ömer, yanınızda çalışırdım, bodrumda…”

“Haa! Ömer, hoşgeldin!” dedi. İşlerdi orada, “Otur” dedi.

“Ben isterim Yorgo’yu göreyim” dedim.

“Bekle” dedi bana, “Mihalagi gelecek da beraber gidersiniz…”

İşini bitirdi, götürdü beni restoranta, fırın kebabı yedik… Geldik… Birbuçuk saat orada bekledim, çatladım olduğum yerde. Mihalagi geldi. Mihalagi’nin Latça’da büyük bir fabrikası var, gene et üzerine. Yorgo da orada, iki gardaş yörüdürler işlerini. Mihalagi bir 20 dakika daha bekletti beni orada. “Bekle Ömer, giderik, bekle Ömer, giderik…”

Nihayet, okey, bindik arabaya. Gittik Latça’ya, oturduk, yarım saat da orada bekledim ofisinde. O işlerine bakar, bilgisayarına bakar… Ben iki kez kendisini uyardım, “Be, Yorgo’yu göreyim… Be, Yorgo’yu göreyim…”

“Endaksi re Ömer” dedi, düğmeye bastı, çağırdı sekreterini, geldi sekreteri, “Al” dedi, “Ömer’i götür Yorgo’ya…”

Aşağı yukarı 15-20 metrelik bir mesafeyi yürüdük böyle, kapalı bir kapı, üstünde yazar “Yorgo Vunyodis, Washington University”… “Vay be!” dedik, adam zeki adammış da! Bizim gibi zibilci olmadı!

Neticede kapıyı çaldı sekreter, “Bu bey sizi görmek istiyor” dedi, gözlükler gözünde, önündeki bilgisayara bakardı. Karşısında da bir sekreteri oturur, sarışın bir bayan. Beni götüren sekreter çıktı dışarı, kapattı kapıyı.

“Buyurun” dedi.

“Beni hatırladın mı?” dedim.

Afalladı… Benim mizacım biraz sert olduydu çünkü. O esnada kıza bakarım, kızın yüzü sarardı…

“Ben” dedim, “babanın dükkanında çalışırdım, bodrumda, Ömer…”

“Ha! Ömer!” dedi, kalktı yukarı.

“Berimene!” dedim kendine…

“Hatırlar mın bana ne söylediydin?” dedim kendisine, “1973’te?”

O hiçbir şey hatırlamaz o konuda, ben hatırlattım:

“Sordun bana bir gün işe giderken, kaç kişisiniz o yanda? 20 bin kişi da iki saatte keserik dediydin. Kesti min?” dedim kendisine.

“Ömer” dedi, “özür dilerim” dedi, “yüz defa, bin defa, milyon defa özür dilerim” dedi. “Eğitim sistemi ve kilise ve askerde beynimiz yıkandı” dedi. “Ve böyle sana konuştuydum” dedi. Elini uzattı, elimi uzattım ve sarıldık birbirimize. Ve orada iyi bir diyalog oldu kendisiyle, kısa ve öz… Beni davet etti, her zaman için, işyerine. Orada bana bir kutu donmuş balık verdi, en az on kiloya yakın… Bu yanda iş yapmayı düşündü, Ticaret Bakanlığı’na gittik ama bu yannı et, balık ürünleri giremez diye o izin verilmediydi. Yani istedi bu yanda bir bayi açsın ve beni koysun başına, öyle bir düşüncesi vardı. Olmadı, öyle bitti o iş. Ondan sonra bir iki defa daha görüştük kendisiyle, sıkıntısız bir şekilde. Ve Yorgo’yla olayımız böyle oldu…


Ömer Köse, taş oymacılığı yaparken

DEVAM EDECEK...