Faik KORDEMİR
(Faik Kordemir, 1963’te “kayıp” edilen büyükdedesi Elmas Ali’nin öyküsünü kaleme aldı: “Savaş dönemine ait acı bir aile anlatısı – Limasol, 1963” başlıklı yazısında anlattı… Dicle Tekiner ise sosyal medya sayfasında paylaştığı bu yazıda “Dayıcığımın Faik Kordemir kaleminden, ailemizin hala bir umutla bulunmasını beklediği kayıp Elmas dedemizle ilgili acı bir hatıra. Bu coğrafyada savaşın karanlık gölgesinin bir daha hiçbir ailenin üzerine düşmemesini dilerim” diye yazdı. Biz de bu değerli yazıyı teşekkürlerimizle okurlarımız için paylaşıyoruz. S.U.)
“SAVAŞ DÖNEMİNE AİT ACI BİR AİLE ANLATISI: LİMASOL, 1963…”
“1963’ün çalkantılı kışında, Kıbrıslırumlar ve Kıbrıslıtürkler arasındaki gerilim açık şiddete dönüşmüştü, ancak ailemiz her şeye rağmen ellerinde kalan küçük bir umuda sıkı sıkıya tutunmaya çalışıyordu. Büyük dedem Elmas Ali o zamanlar 90’lı yaşlarını süren; fiziksel olarak zayıf ve yatağa bağlı olsa da, zihinsel olarak oldukça sağlıklı bir adamdı. Limasol bölgesine bağlı küçük bir köy olan Matikolon’dan şehir merkezine getirilmişti. Önce Muttayaga’da (Mutluyaka) yaşayan büyük teyzem onun bakımını üstlenmiş, fakat zamanla bu sorumluluk ona fazla ağır gelmeye başlamıştı. Bunun üzerine, nenem sessizce tüm sorumluluğu alma iradesini göstererek babasının bakımı devralmış ve onu yanına almıştı.”
“SAPFUS SOKAĞI’NDA YAŞIYORDUK…”
“Limasol’da, bugünkü marinaya pek de uzak olmayan Mişaulis ve Kavazoğlu Caddesi’nin hemen yanındaki Sapfus Sokağı’nda yaşıyorlardı. Dedem tarafından 1930’ların başlarında satın alınan arazi içerisine biz, teyzemler ve nenem, dedem olmak üzere üç aile yanyana ev kurmuştu. Mahalle, Kıbrıslırumlar ve Kıbrıslıtürkler’in birlikte, huzur içinde yaşadıkları karma bir bölgeydi. Rum komşularımız kibar insanlardı ve bizleri, şiddet olaylarının ve gerginliklerin tırmandığı dönemlerde sık sık başta güvenlik olmak üzere her konuda rahatlatmaya çalışıyorlardı; ancak 1963’teki toplumlararası çatışmalar sırasında korku artık her yere sinmişti.”
“GECELERİ TÜRK MAHALLESİ, GÜNDÜZLERİ EVE DÖNÜŞ…”
“Her gece, karanlık çöküp, sokaklar sessizliğe gömüldüğünde, herkes o gecelik ihtiyaçlarını evlerinden toplayıp, Türk mahallesine sığınıyordu. Orada, kalabalık içinde ve bir arada olmanın da desteğiyle nispeten güvenli bir hissiyat buluyorlardı. Gün ağarınca, belirsizlik içinde evlerine geri dönüyor ve günlük hayatlarını ellerinden geldiğince sürdürmeye çalışıyorlardı.
Şehirde başka yerlerde şiddet olayları tırmanmış olsa da, bizim hemen yanımızdaki komşularımız hiçbir zaman bizler için bir tehdit oluşturmadı. Evlerimizin bir yanında Andreas, diğer yanında Tepsu oturuyordu; onlar da tıpkı dedem gibi Kıbrıs’a onlarca yıl önce gelmiş Rumlardı. Üçü de ilk arsa paralarını alın teriyle kazanmış, kendi evlerini elleriyle inşa etmiş, aynı güneşin altında hayatlarını ve ailelerini kurmuşlardı. Aralarındaki bağ yoksullukla yoğrulmuş, karşılıklı saygıyla pekişmişti.”
“DEDEMİN ANDREAS VE TEPSU’YLA DOSTLUĞU…”
“Dedem, Andreas ve Tepsu’yla henüz genç bir çırakken tanışmıştı. Dedem aşçıydı, Andreas tenekeci, Tepsu ise Kıbrıslıtürk bir ailenin yanında çalışan ve kusursuz Türkçe konuşan bir hizmetkardı. Birlikte büyümüş, yokluk zamanlarında birbirlerine sırtlarını dayamışlardı. Onlar sadece komşu değildi. Kan bağları yoktu belki ama kardeş gibi yaşamış, hayatlarını birlikte kurmuş, çocuklarını birlikte büyütmüş, birlikte yas tutmuş, hayatın fırtınalarında ve sonrasında gelen savaşın kasırgasında birbirlerine yaslanmış, birbirlerini korumuşlardı.
Ada parçalanırken ve başka bölgelerde halklar arasındaki güven sarsılırken, bizim Limasol’daki küçük mahallemizde bu dostluğun yankısı hala duyuluyordu. Korkuyu yok etmedi belki, ama siyasetin ve kanın çizdiği sınırların altında hala o eski ve güzel günlerin hatırını tutanların var olduğunu hatırlatıyordu.”
“ELMAS ALİ’NİN KAYIP MEZARI…”
“Annemin büyükbabası Elmas Ali’ye bakmak hiç kolay olmadı. Doksanlarını geçmişti, yatağa bağımlıydı ve çok hassastı. O zamanlar ailede kimsenin arabası yoktu. O günlerde kısıtlı imkanlara rağmen kendilerine kurdukları hayat belki oldukça basit olsa da, sevgi doluydu. Gündüz biri Elmas dedenin yanında kalarak, yemek yedirir, onunla sohbet eder, sıcak ve rahat olmasını sağlardı. Gece olup herkes daha güvenli alanlara dönmek zorunda kaldığında ise, evden son ayrılan dedem O’nu yatağına yerleştirir, ardından aileyle birlikte Türk mahallesine geçerdi. Sabah gün doğarken geri gelir, O’nu uyandırarak, yeni bir güne başlarlardı.
İlk başlarda herkes Elmas dedenin güvende olduğuna inanıyordu. Limasol’daki gerilim her geçen gün tırmansa da, hiç kimse yaşlı, yatağa bağımlı bir adama zarar vermez diye düşünüyorlardı. Zaten hayatını karma bir köyde geçirdiği için kusursuz Rumca konuşuyordu. Kimse için herhangi bir tehlike arz etmiyordu.
Ve bir süre bu inanç kimseyi haksız çıkarmadı. Ta ki bir sabah geri döndüklerinde Elmas dedenin yatağını boş, şiltesini kana bulanmış halde bulana kadar. Yastığında arkasındaki duvarda kurşun delikleri, her yerde kan vardı. Ama Elmas dedenin bedeni yoktu.
Sessizlik kulakları sağır ediyordu. Hiçbir komşu silah sesi duymadığını, kimse bir şey görmediğini söylüyordu. Ama kan, kurşunlar ve yokluk, hikayeyi açıkça anlatıyordu.”
“AYŞE NENEM HAYATI BOYUNCA O YÜKÜ TAŞIDI…”
“Sadece tahmin edebiliyoruz. Hüzünle ve öfkeyle fısıldanan en olası gerçek şu: O gece silahlı Rum askerleri evi tanımış, bir Türk’ün evine girdiklerini fark etmiş ve hiçbir soru sormadan ateş açmışlardı. Sonra, öldürdüklerinin savunmasız, yaşlı bir adam olduğunu anlayınca, bedenini ortadan kaldırmışlar. Belki aceleyle bir yere gömdüler. Belki kimsenin soru sormayacağını düşündüler. Hâlâ bilmiyoruz. Bedeni hala bulunamadı.
Kızı, Ayşe nenem kendini asla affetmedi. Hayatı boyunca o yükü taşıdı; kendisini büyüten, sevgi ve sabırla yetiştiren adamı koruyamadığına inandı ve o suçluluk duygusuyla aramızdan ayrıldı.
Aile üyelerimiz, Elmas dedenin kayıp bedeni belki bir gün bize geri döner ümidiyle Kayıp Şahıslar Komitesi’ne DNA örnekleri verdi. Bir mezar, bir taşta yazılı bir isim ümidiyle hala bekliyorlar. Önünde durulacak, bir çiçek, bir dua bırakılacak bir toprak parçası için hala umut ediyorlar. Elmas Ali’nin bir zamanlar bir Kıbrıslı olarak burada yaşadığını hatırlamak ve anlatabilmek için… Çocuk büyüttüğünü, alın teriyle çalıştığını, Matikolon tepelerinde koyun güttüğünü ve bir zamanlar babasının içtiği pınardan su içtiğini…”
“KIBRIS TOPRAĞINA AİT BİRİYDİ…”
“Elmas Ali’nin pasaportu da kimliği de yoktu. Tüm bunlara gerek de yoktu. O, Kıbrıs toprağına kağıt parçalarının kanıtlayamayacağı kadar ait biriydi. Kıbrıslıydı.
Basit bir adamdı ama asla küçük biri değildi. Hem Kıbrıslıtürkler’le hem de Kıbrıslırumlar’la barış içinde yaşamıştı. Kardeşi Tosun’un, Rum sevgilisi Tallu’yla evlenmesine ve sonra adını Konstantinos olarak değişmesine gönülden destek vermişti. Ne olursa olsun, onların çocuklarını, yeğenlerini sevmişti. Rum gelinini görevi olduğu için değil, kardeşini mutlu ettiği için sevmişti.
Kardeşi Rum adı aldığında bile ona Tosun diye hitap etmeye devam etti. Hayatın sürekli değiştiğini bilirdi ve bunu sorun etmezdi. Hayat böyle bir şeydi onun için.
Şimdi, onca yıl sonra hâlâ bir taşı yok. Adının yazılı olduğu bir yer yok. Üzerine çiçek bırakılacak bir mezar yok.
Ama biz onu hatırlıyoruz.
Ve biliyoruz, biz hatırladıkça, o hâlâ burada, bizimle…”
“BU, ORTAK BİR İNSANLIK TRAJEDİSİDİR…”
Dicle Tekiner’in kendi sosyal medya sayfasında bu yazıyı paylaşması ardından Faik Kordemir, yazının altına şu değerli notu da eklemiş:
“Umarım kimse bu yazıyı siyasi bir mesaj vermek amacıyla kaleme aldığımı düşünmez. Bu adada her iki toplum da, milliyetçilik ve kendi Anavatanlarına bağlılık adına büyük acılar çektirmiş ve büyük acılar çekmiştir. Bu yaralar, her iki taraftaki milliyetçi gruplar tarafından manipüle edilmiş; şehitlik söylemi bir silaha dönüştürülerek bölünmeler derinleştirilmiş ve çatışmalar yaratılmıştır. Bu döngü bugün hâlâ devam etmektedir.
Her iki tarafın da hissettiği acı derindir. Hiç kimsenin acısı bir diğerinden daha büyük ya da daha geçerli değildir. Acı ne ölçülebilir, ne karşılaştırılabilir, ne de hangi toplumun daha haklı ya da haksız olduğunu belirlemek için kullanılabilir. Bu bir yarışma değil, ortak bir insanlık deneyimi/ trajedisidir.
İyileşme (recovery) süreci, çektirilen acının iki tarafça da kabul edilmesi ve empatiyle karşılanmasıyla başlar. Ancak birbirimizin travmasını tanıyıp onurlandırarak, açtığımız yaraları kapatmaya başlayabilir ve ne kadar yavaş olursa olsun, birlikte yaşama ve barışa doğru ilerleyebiliriz.
Tüm olanlara rağmen en önemli şey, insanlığımızı kaybetmememizdir. Empatimizi, aklımızı ve karşımızdakini bir düşman değil, aynı şekilde acı çekmiş bir insan olarak görebilme yetimizi korumamız gerekir. Gerçek uzlaşma ancak o zaman başlayabilir.”
OKURLARIMIZA ÇAĞRI…
Biz de bu konuda bilgisi olan Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum okurlarımızı bizi isimli veya isimsiz olarak aramaya ve bilgi vermeye davet ediyoruz… Beni aramak isteyenler 0542 853 8436 veya 00 357 99 966518 numaralı cep telefonlarımdan arayabilirler. Kayıplar Komitesi’yle temasa geçmek isteyenler, 181 ihbar hattını isimli veya isimsiz olarak arayabilirler… Vereceğiniz en ufak bir bilgi, bu ailenin acılarının bir nebzecik de olsa dindirilmesine, rahatlamalarına, Elmas Ali’nin bir kabire kavuşmasına neden olabilir… Lütfen bildiklerinizi, duyduklarınızı, gördüklerinizi paylaşınız ki kayıp yakınları da rahatlayabilsin, çektikleri ızdırap bir nebzecik azalabilsin…
Elmas Ali nin kardeşi Tosun, Konstantinos olup evlendiği eşi Tallu ile...
Faik Kordemir, dedesinin arkadaşı Andreas'ın oğlu Bay Andrikko ile...
*** KIBRIS’TAN HATIRALAR…
“Hüzün dolu bir yıl…”
Zalihe Yababa
Limasol Türklerin ve Rumların yaşadığı ortak bir şehirdi. 1974’te günlerden 20 Temmuz Cumartesi. Bizim için bir dönüm noktası olmuştu. Sayın Denktaş her ne kadar da adanın dört bir tarafından Türk askerinin çıkarma yapacağını söylese de durum böyle olmadı. Türk askerleri sadece Girne’den çıkarma yaptı. Rumlar Türk mahallelerini ağır silahlarla dövüyordular. Türklerin silah ve cephanelikleri kısıtlıydı. Adamlarımız cephede bizlerde çocuklarımızla evlerde saklıydık. Ne yapacağımızı bilmez bir haldeydik. Karanlık çökünce durum dahada derinleşmişti. Göz gözü görmüyordu. Sadece silah sesleri duyuluyordu. Bir ara silah sesleri susmuş, Limasol teslim olmuştu. Mücahitlerimiz bizleri evden kaçırmak için duvarları deldiler ve böylece kaçabildik. Sancaktarlığın önündeki dar yoldan anayola çıktık, Keo yolundan ateş ederek gelen silahlı Rumlar bizleri rehin olarak aldılar. Rum askerleri bizi alıp Yusufudize getirdiler.Önceden ıslattıkları çimlerin üzerine yatırıldık. Bu ne biçim kavramdır
Yerde yatan bedenler
Bu ne biçim savaştır
Canı yaşatmak için candan geçenler...
Eokacılar bizleri öldürmek istediler. Fakat Türk askeri adaya ayak basmıştı, bunu duyan Makarios taraftarları bizi öldürmelerine izin vermediler. Böylece iki taraf arasında tartışma yaşandı. Buluduğumuz yerden başımızın üzerinden sabaha kadar mermiler geçti. Derin üzüntüler bırakan bir yıl oldu. İki toplum çok acılar çekip kayıplar verdik. Adada umudu iri tutup ortak acılara ortak çözümler bulmalıyız.