(365)
Kimsenin geleceği, ‘tek başına’ kendisinin olamaz elbette… Sevgisi de iki kişilik… olmamalıdır daha doğrusu…
Başkalarına yapılan haksızlığın acısını, utancını da kendi yüreğinde duymayı bilenlerdir “gerçek insan…” yaşadıkça, çeşitli örneklerini gördükçe, bunu daha anlıyor insan… Ve, sayısı arttıkça bu tür insanların, “kitlesel duyarlılık da” daha bir artıyor…
Daha da ötesi isyan olup kabarıyor, yaş olup gözlerden dökülüyor…
Onları dinliyorum uzun süredir…
İnsanımız – biraz da – kendi yaşamlarını zehirleyen ve bir türlü kurtulamadıkları “akrepler”in ruhlarında yarattığı korkunç yıkımlara ağlıyorlar…
***
Geçen gün hep kalabalıklarda / isyanlarda olmuş ama oldukça da yaşlanmış bir arkadaşa sordum: Yıllarca nasıl böyle enerjik kalabildiğini… aklını, ruhunu yıpratmadan nasıl böyle yıllarca direncini ‘yiğitçe, dipdiri’ sürdürebildiğini sordum… Verdiği yanıt oldukça ilginçti:
“Kavgamızdaki şiirleri, türküleri ve anıları hiç eskitmeden anımsayarak ve kullanarak dedi…
(366)
Aradan kaç yıl geçti… bilmiyordu…
Özellikle saymamıştı… Çünkü ayrılık acılarının aylara – yıllara göre hesaplanamayacağını… bazen “anlar”ın bile geçersiz olduğunu çok iyi bilirdi… ama,
Onu çok özlemişti… Üstelik gelmeyeceğini bile bile…
Mevsim ne olursa olsun, bir türlü eve giremiyor, vaktinin çoğunu bahçede geçiriyordu… Çoğu kez, onun mektuplarından birini yanına alarak ya da anılarına dalarak…
***
İşte yine bahçedeydi… Hava oldukça serindi… Gökyüzünde tek bir yıldız yoktu ve bunun karanlığı da yüreğine vuruyordu…
İçine / yüreğine dalmaya cesaret edemiyordu; çünkü, içi hala onun sevdasıyla doluydu… Ne de tam yerinde söylemişti Aragon:
“Yaşamayı öğrenmek bizim için geçti çoktan
Ağlasın gece içinde kalplerimiz yan yana
En küçük şarkıyı mutsuzluktur kurtaran.”
***
Yapayalnızdı o akşam…
Bir terazinin durgun kefesine konan ağırlıkları düşündü, sakin gökyüzünden birkaç turna geçirdi…
“Ve, elbet saçmalıyorum… gökyüzünün kapkara olduğunu bile bile…
Ama seni özledim… Gelmeyeceğini bile bile…” diyerek içindeki ağır sulara bıraktı kendini…
(367)
Adam – geriye dönüp bakıyorum da, biz elli yıl önce “aç”tık… Ama, açlığımızı da adam gibi yaşıyorduk… Mutluyduk, bugün bunu söylemekten utanmıyorum.
Bu ülkeyi – ülkemi ve insanımızı düşünüyorum da onlara haksızlık etmemeye çalışıyorum. İyi ve kötünün ötesinde yargılamadan düşünürüm…
Evimiz, bir zaman için yine evimiz olarak kaldı, köyümüz köyümüz olarak…
Sonra herkes bir yerlere dağıldı…
***
Sevginin doyumsuzluğunu, sevecenliğini birlikte yaşadığım acılı ama yüreği yaşamla dopdolu insanlarımızın dağılmaları… yalnız beni değil, uzun bir süre yaşamı paylaştığımız evimizi, sokağımızı ve yurdumuzu da sevgisiz bıraktı…
***
Sevgisiz, hiçbir şeyin asla yaşayamayacağı bir dünya ise çok müthiş acılar veriyor insana…
(368)
“Gelin, bir umudun öyküsünü
yazalım… birlikte… Onu yeniden dirilterek
Tüm umutlar tükenmeden…”
PARANTEZ
Bir Belediye Başkanı: Oktay Kayalp…
Gözlerinde, umut ve başarı pırıltılarıyla kentinin – Mağusa’nın – üç yıllık “Gelişim Planını” açıklıyor…
Yani yürekli, yani işinin ehli, yani vizyon sahibi = Hangi partiden olursa olsun halkıyla sarmaş dolaş… Kararlarını halkıyla birlikte alıyor…
Söyleyecek daha çok şey var ama Lefkoşa’nın / Şeher’in yüreği yanık insanları olarak: “Helal olsun Mağusalılara, darısı başımıza” demekten başka elimizden gelen her şeyi unutmuşuz… Hayıf bize !
Ona göre, o elinden geleni yapıyor…
Ne güzel bir görev bilinci bu…
YAZMAK SORUMLULUKTUR…
· Bazı durumlar vardır, insan nasıl teşekkür edeceğini bilmez… “Teşekkür ederim” sözcüğü çok kuru, çok yetersiz kalır… Başında “çok” dese, “içten” dese… “En içten” diye eklese… yine de, bu sözcükler dizisi, yüreğini kabartan duygular yanında çok anlamsız ve yüzeysel kalır…
Ömrüm boyunca iki mesleği birlikte yaptım. Öğretmenlik ve gazeteciliği… Yasaklardan dolayı “erkek adlarıyla” yazdım ve 2 kez “Hasan H. Esen”, bir kez de kendi adımla dava edildim…
· Bu konuda, özetle söyleyeceğim:
Yazmak sorumluluktur. Elini, yüreğini ve yaşamını taşın altına sokmaktır…
Ülkemizde ‘insan emeği’ öylesine boşa harcanıyor ki… Hem de hiçbir kayda geçmeden…
· Fazla uzatmak istemiyorum ama insanımızın – toplumumuzun durumu bana öfke ve acı karışımı bir duygu veriyor. Ama,
Şunu da eklemek zorundayım: İnsanlık tarihinde, hiçbir toplum hiçbir zaman bu süreçte sadece bizim yaptıklarımızı yaparak ulaşamadı barışa ve özgürlüğe…
Barış ve özgürlük ne “kişiye” ne de bir “topluma” öyle çok kolay gelmiyor…
Tüm değerlerimizin giderek yok olmakta olduğu ülkemizde, bizim, “umudu ve sevgiyi” yeniden yaratarak işe başlamamız gerekiyor.
Elimizden gelenin en iyisini yaparak…
Sevgi ve umut vermeye çalışarak değil…
SEVGİNİN ve UMUDUN taa kendisi olarak…
TOPLUM OLARAK
· Nicedir, uzun susuşların toplamı gibiyiz… Uzun hesaplaşmaların artığı sabahlarda… ve sakın unutmayalım: Ör:
· Berlin’i ikiye ayıran duvar yıkılana kadar yüzlerce insan can verdi…
· 1968 Prag’da Çekler, sadece, ‘barış ateşi’ yakarak özgürlük talep etselerdi, Çekoslovakya’ya da kolay kolay özgürlük gelmezdi…
· Vietnam’da da odun değil kendi kendilerini yaktılar…
· Cezayir’den – Güney Afrika’ya, Hindistan’dan – Bolivya’ya kadar amansız bir mücadelesi var insanlığın, özgürlük ve barış için…
· Doğudan Batı’ya – Kuzey’den – Güney’e, öyle kolay mı kazanıldı özgürlükler…
· Bildiriler, çatışmalar ve gösterilerle mi yıkıldı onca zulüm…
***
Şimdi sözü ise Lefkoşa’ya veriyorum:
“Gözleriniz bir Cuma Pazarı
Öfkeniz, Gölek Mahallesi
Sevdanız Kuruçeşme
Acısu… Siz nereye…”
***
Sarayönü kalabalığı
Bir Çoronik havası
Çal bubam çal…
Oyna bubam oyna… Eğer oynayabilirsen…
Her şey Bir acı su Sen nereye…
· Ve benim son sözlerim: Onca yorgunluğa karşın yazmaktan vazgeçmeyi hiç düşünmedim: Bence mutluluk, insanın toplumuna bir şey verdiğini hissetmesi… ve ben elimden geleni yapıyorum…
“Su, taşlara dokunduğunda
Bir kelebek çiçeğe uzandığında
Rüzgâr bir sarıçiçekle barıştığında
Ve martılar rüzgârla seviştiğinde
Kulak ver…
Dinle içindeki esintiyi
Duy sevgiyi…
Zamanı durdur, unut
Sıyrıl, tüm sınırlarından
Kendini dinle…
Tek sürdürülebilir kaynağın
SEVGİDİR… unutma…
Sakın unutma… Sevgi ol… Umut ol…
İnsan ol, insan…