REFERANDUMUN ARDINDAN…

Sinan Dirlik

 

Modern tarihimizin şaibe hafızasına 1946 ve 1982’den sonra üçüncü bir çentik attık. 1946 bir “çok partili seçim” denemesiydi ve açık oy- gizli sayım rezaletiyle toplumsal hafızaya kazınmıştı. 1982’de askeri diktatörlüğün silahını halka doğrulttuğu bir ortamda deri değiştirdiği anayasa oylamasını yaşadık. 2017 Nisan’ında ise muhalefet liderlerinin, aydın ve gazetecilerin rehin alındığı, devlet imkânlarının sonuna kadar kullanıldığı, Kürt illerinin dümdüz edildiği, Hayır demenin adeta yasaklandığı OHAL koşullarında hukukun katledildiği bir referanduma katıldık.

YSK, açıklayamadığı, açıklayamayacağı bir kararla 2 buçuk milyondan fazla mühürsüz oyun geçerli sayılacağı bir uygulamaya imza attı. Hukukun katledildiği bir ülkede, bundan sonraki sürecin hukuk mücadelesine kaldığını söylemek şaka gibi olsa da bundan sonrası iç hukukun tüketildiği noktada uluslararası hukukun meselesi. Hukuk zemininde yürüyecek bir mücadelenin sonucu ne olur? Bay Başkan’ın balkon konuşmasında ifade ettiği gibi atı alan Üsküdar’ı geçtikten, şaibeli bir referandumla parlamenter rejim yerini otokratik bir rejime bıraktıktan sonra çok da önemi yok bunun.

Sandık güvenliği için organize olan sivil oluşumların ve uluslararası izleme kuruluşlarının itirazları, sokaklarda öfkeli grupların protestoları, yeni rejimi çok da etkilemişe benzemiyor şimdilik. Referandum sonrası ilk birkaç gün içerisinde ateşlenmeyen protestoların, zaman içerisinde sönümleneceğini hesap ediyor olmalılar. Fakat bahar aylarındayız ve hayli kritik günlemelerle dolu önümüzdeki 3 ay. Mesela yarın 23 Nisan. Çok tartışmalı bir referandumla etkisizleştirilmesinden sadece 1 hafta sonra Parlamentonun kuruluş yıldönümü kutlanacak. Hemen ardından 1 Mayıs ve 19 Mayıs.  Ardından Gezi ayaklanmasının ve bu ayaklanmada hayatını kaybedenlerin ölüm yıldönümleri birbiri peşi sıra geliyor. Eğer rejim tansiyonu düşürecek hızlı ve yumuşak adımlar atmazsa toplumsal hafızanın, öfkenin hayli canlı olacağı bir iklimden söz ediyoruz yani…

CHP SOKAKSIZ OLABİLİR BELKİ AMA SOKAK CHP’SİZ OLABİLİR Mİ?

İşin çetrefil kısmı tam da burada başlıyor. Referandumda “Evet” diyenlerin AKP kontrolündeki milliyetçi-muhafazakâr kesim olduğunu biliyoruz. Ama Hayır cephesi homojen değil. CHP’den HDP’ye, MHP’den irili ufaklı sol-sosyalist gruplara kadar çok parçalı bir yapı Hayır cephesi. Dolayısıyla sokağın tansiyonu yükseldiğinde, bunu yönetebilecek, öfkeyi ülkenin selameti açısından olumlu bir hedefe kanalize edebilecek güçte bir liderlik yok. CHP hemen referandum akşamından başlayarak inisiyatifi ele alabilir ve muhalefetin sözcülüğünü, liderliğini üstlenebilirdi fakat bu treni kaçırdı, bundan sonra da yakalamaya ne niyeti var ne de imkânı var gibi görünüyor. Sokakta şimdilik sınırlı olarak sürdürülen eylemlerin tek sahibi yine sokak ve görülen o ki sokağa çıkanlar da, çıkmayanlar da şimdilik hem kendi güçlerini hem de rejimin alacağı tutumu test ediyorlar.

Kamu vicdanının sadece Hayır cephesinde yaralanmadığını biliyoruz. Evet cephesinde yer alan önemli bir kesim de YSK’nın hukuk dışı uygulamasından ve referandumun oldu bittiye getirilmesinden rahatsız. Üstelik bunu artık yüksek sesle dillendirmekten de kaçınmıyorlar. Evet cephesinde, o eski seçim zaferlerinin sarhoşluğundan eser yok. Kimse bileğin hakkıyla elde edilmiş bir zaferden söz edemiyor. Hayır cephesi ise iradesinin çalındığından kuşku duymuyor. Her yeni gün bu inancı güçlendirecek yeni bulgular dökülüyor ortaya. Şurası açık ki, 7 Haziran- 1 Kasım sürecindekinden de büyük bir hoşnutsuzluk ve öfke dalgası toplum katmanlarına yayılıyor.

Ama… Fakat…

Sokağın, aydınların, aklı başında hukukçuların tüm iptal talebine rağmen ne YSK ne de rejimin geri adım atmayacağının anlaşıldığı; günlerdir bitmek bilmeyen bir durum değerlendirmesiyle top çeviren CHP’nin inisiyatif almadığı bir ortamda Türkiye’yi neyin beklediğine dair kimsenin bir fikri yok.

“AMAN AĞZIMIZIN TADI KAÇMASIN ALİ RIZA BEY” DÖNEMİ GEÇTİ…

Türkiye çok katmanlı bir altüst oluş yaşıyor. Farklı toplumsal kesimler, etnik gruplar, siyasal gruplar birbirlerine karşı öfke ve güvensizlik biriktirdi. Laikler muhafazakârlara, muhafazakârlar laiklere, Türkler Kürtlere, Kürtler Türklere, Aleviler Sünnilere, Kemalistler liberallere öfke ve güvensizlik biriktirirken, ülkenin dört bir yanına dağılmış Suriyeli sığınmacılara karşı da tepkiler büyüyor. Demem o ki, hesapsızca yapılacak bir hareket, sorumsuzca atılacak bir adım bu mayın tarlasını bir anda cehenneme dönüştürebilir. Mesele “aman ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey” meselesi değil artık. Zira Yugoslavyalaşmaya çok açık bir Türkiye, ağız tadı kaçırmaktan çok fazla acı yaşatmaya aday hepimize…

Yandaş borazanlar yeni bir Gezi ayaklanması tehdidiyle rejimi olabildiğince sert önlemler almaya çağırıp, paramiliter unsurlarla tehditler savurmaya devam ederken; her gün barışçıl, sivil, demokratik yürüyüşlerle sesini duyurmaya çalışan kitleler CHP tarafından desteksiz ve sahipsiz bırakılıyorlar. Oysa CHP’nin hedefi, talepleri ve yöntemleri belli bir demokratik mücadele yönergesiyle toplumun karşısına çıkmasının tam zamanı… Bu, sadece CHP için bir gereklilik değil, toplumun yeni Berkin’ler, Ali İsmail’ler, Abdocan’ları kurban vermemesi, yeni acılar yaşanmaması için bir gereklilik. Türkiye otoriter iktidarların ihtirasları karşısında yalnız bıraktığı çok fazla gencini kurban verdi. Yeni ve bu kez çok daha kanlı bir şiddet sarmalına düşmemek için hâlâ zamanımız var. CHP mücadeleyi demokratik ve barışçıl bir zemine oturtabilecek eldeki en organize, en örgütlü güç olduğu için bu sorumluluğu taşıyor. Ama elbette tek başına taşınacak bir sorumluluk değil bu. Başta DİSK olmak üzere sendikalar, demokratik kitle örgütleri acilen bir araya gelerek toplumun aklıselim sınırlar içerisindeki demokratik tepkisini yönlendirmeli, sokağı paramiliter güçlerle karşı karşıya bırakacak ikircikli, gecikmeci tutumlardan kaçınmalılar.

HİÇBİR ŞEY BİTMEDİ… HER ŞEY YENİ BAŞLIYOR…

16 Nisan’da parlamenter demokrasinin cenazesini kaldırdıklarını ve artık Türkiye’nin otokratik bir rejime teslim olacağını düşünmekte aceleci olmamalı kimse. Çoğulcu, özgürlükçü, demokratik bir Türkiye mücadelesi bugünün mücadelesi değildi. 300 yıla uzanan geçmişi olan, çeşitli dönemlerde kesintiye uğrayan bu mücadele dün olduğu gibi bugün ve yarın da devam edecek.

Her ne kadar öyle hedeflense de, rejimin yönetebilirliğini 2019’a kadar sürdürebilmesi mümkün görünmüyor. 2018 içerisinde bir erken seçim öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Fakat bu seçimde artık kimsenin %10 barajı, %25-30 bandı gibi bir meselesi olamayacak. İki turlu ve artık toplumun %50.1 ini kucaklamak zorunda olan yeni sistemde mücadele edilecek.

Rejimin muhafazakâr-milliyetçi tabana dayanan bir devlet partisine dayanmaktan başka seçeneği yok. AKP mevcut yapısıyla bu misyonu üstlenebildiği kadar üstlenecek, tıkandığı noktada rejim AKP’yi bir devlet partisinin normlarına uygun biçimde restore edecektir. Peki bu devlet partisinin karşısındaki güç ne olacak?

Hayır cephesine bakıldığında içinde Kemalistlerden sosyalistlere, Kürtlerden Türk milliyetçilerine kadar çok geniş, çok parçalı bir yapı olduğu görülüyor. Muhafazakâr- Milliyetçi bir devlet partisi, bu çok parçalı yapının ne kadarı için çekim merkezi haline gelir ve geriye kalan unsurlarla nasıl bir “Demokrasi Cephesi” kurulabilir, bugünün en acil meselesi haline geliyor.

Rejimin devlet partisi karşısına çıkacak yeni yapıda; Türkler Kürtler olmadan, Kürtler Türkler olmadan, laikler dindarlar olmadan, Sünniler Aleviler olmadan ayakta kalınamayacağını anlamak zorunda. Dolayısıyla bugünden yarına, toplumsal kesimlerin çoğulcu, özgürlükçü, demokratik bir çatı partisinde bir araya getirilmesi; bu toplumsal kesimler arasındaki çelişkileri yönetme silahının rejimin elinden bir an önce alınması gerekiyor. Bir Ortadoğu tiranlığına dönüşmemizi engelleyecek tek şey, yepyeni özgürlükçü, demokratik, çoğulcu, seküler bir güç birliği… Ancak bu güç birliği rejimi bir erken seçime zorlayabilir ve ancak bu güç birliği, bu kâbusa demokratik yollarla son verebilir.

Bu mümkün mü?... Başka bir yol bilen varsa?...