Rafet Uçkan: Türkiye’de Referandum Süreci ve AB’yle Restleşme

Konuk Yazar

 


Rafet UÇKAN
rafetuckann@gmail.com


Türkiye ile AB ülkeleri arasındaki gerilim gittikçe tırmanıyor. Her iki taraf da birbirini gözden çıkarmaya meyyal bir görüntü çizse de taraflar bunun oldukça maliyetli bir iş olacağının farkında.  Bu konu çerçevesinde mülteciler, Geri Kabul Anlaşması, AB ülkelerinde radikal sağın ve milliyetçiliğin yükselişi, AB’ye üye ülkelerin Türkiye’deki yatırımları gibi meseleler sıkça konuşuluyor, tartışılıyor. Ancak bu meselenin bir de toplumsal boyutu var.

AB karşıtlığı şu anda, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının referanduma dönük olarak teyakkuzda tutulması bakımından en önemli manevi gıda... AKP medyası ve AKP’li yazarlar, her gün, referandumda “evet” çıkmasıyla beraber Türkiye’nin asırlık esaretten kurtulacağını; Avrupa’nın ise Türkiye’ye karşı artık son kozlarını oynadığını yazıyor. Buna göre, son kozlar oynanırken, Batı, bu coğrafyanın son kalesine -yani Türkiye’ye ve Anadolu’ya- acımasızca saldırıyor: O halde teyakkuzda kalma, uyanık olma zamanı...

Avrupa’ya direnme iddiası ile çatısı kurulan ve “mağdur olmayla meydan okuma arasında” sürekli salınan bu siyasal söylem, referandumda verilecek “evet”i muazzam bir tatmin ve kudretli olma duygusuyla eklemliyor. Referandumun evetçilere en büyük vaadi de sanırım bu: Referandumda “evet” denilecek ve AB’nin dağılması sonucunda yeni güç dengeleri kurulurken, tüm dünya ve Orta Doğu, Türkiye’nin şahlanışına tanık olacak. Hatta bunu, Türkiye’nin, dünya siyasetine önümüzdeki bir asır boyunca yön verecek olan üç ülkeden biri haline geleceğini iddia etmeye vardıranlar bile var... Ve referandum, seçmenlerin vereceği bir oy ile adeta bir çağ açıp, bir çağ kapatacak: Asırlık esaret ve “vesayet” sona erecek, yüz yıldır önü kesilen tarih yapıcı/kurucu irade ve “bu memleketin has çocukları” sahneye çıkacak. Seçmeni, yalnızca Türkiye’deki referandumun değil, dünya siyasetinin tam merkezine yerleştiren bir anlatı bu. Ne derece etkili olur emin değilim; ancak dikkate değer.

Bir tanıdığım, Ankara’nın muhafazakâr ve yoksul bir semtinde yaptığı saha çalışmasında, AKP’li seçmenlerin “eskiden biz doktor/hemşire/memur peşinde koşuyorduk, şimdi onlar bizim peşimizde koşuyor” dediğini anlatmıştı… İster kamuda dayatılan performans sistemi, isterse yaygınlaşan ve kolaylaşan şikâyet/ihbar mekanizmaları “sayesinde” olsun, gözün gördüğü en kısa mesafeye odaklanan basit, somut bir okuma var burada: Devlet beni görüyor, tanıyor, muhatap alıyor... Türkiye, yurttaşlık nosyonunun alabildiğine zayıf olduğu ve yurttaşlığın hak ve sorumluluklar ile bir türlü sağlıklı ilişki kuramadığı bir memleket. Dolayısıyla, bu tarz bir “tanınmanın”; kamu varlıklarının akıbetinden, liyakat sisteminden, sosyal adaletten, yurttaşlık “haklarının” birer “lütuf” olarak sunulmasından vs. daha fazla ciddiye alınması da yadırganmamalı.

Şimdiyse, referanduma dönük olarak bu tanınma ya da muhatap alınma meselesinin çapı adım adım genişletilmeye çalışılıyor.  Yani devletin, milleti muhatap alır hale gelmesinden, tüm dünyanın ve Batı’nın “Türk milletini” muhatap almasına, hatta onun kudreti karşısında diz çökmek zorunda kalmasına doğru bir yolculuk vadediyor referandum. Elbette, seçmene verilen bu vaadin gerçeklikle hiçbir bağı yok; ancak kitlesel mobilizasyon ve seçmen tabanının tahkim edilmesi bakımından bu anlatının işlevsel bir yanı var.

Öte yandan, bunun, referandum “başarısına” ne ölçüde tahvil edilebileceği konusunda soru işaretleri mevcut. Çünkü her şeye rağmen, son zamanlarda Türkiye’de yayımlanan kamuoyu araştırmaları, çatısı Batı karşıtlığıyla kurulan bu söylemin, AKP’yi tatmin edecek düzeyde alıcı bulmadığını gösteriyor. AKP içindeki “trolleşme” eğiliminden fazlasıyla rahatsız olan ve bu eğilimin doğrudan doğruya hedefi haline gelen AKP’li yazarların bir kısmı ve eski siyasi kadrolar, Türkiye hükümetinin bilhassa dış politikası konusunda çatlak sesler çıkarıyor. AKP içinde, gidişata karşı utangaç, temkinli, örtülü itirazlar yükseliyor. Son zamanlarda espri konusu olan “büyük resmi görelim” lafzı da aslında böyle bir bağlama oturuyor: Kişisel hesapları değil, büyük resmi görme zamanı! Bizzat iktidarın çizdiği bu “büyük resim” dışında kalanlara, yani hakikatlere dair her saptama ise zaten ihanetle, vatan hainliğiyle, darbecilikle özdeş kılınıyor. AKP’ye “içeriden” yapılan eleştiriler de bu suçlamalardan ari değil. Zaten o yüzden, AKP’li yazarların kaleminden çıkan eleştiri yazılarının neredeyse tamamı, AKP’nin eski günlerini ve Cumhurbaşkanı’nı överek başlıyor; “eleştiri”ye, bu övgü dolu peşrev safhasından sonra dikkatli ve ürkek bir üslupla ulaşıyor.

Batı’ya karşı Türkiye, haça karşı hilâl mücadelesine sırtını yaslayan söylem o denli işe koşuluyor ki İngiltere’deki son terör saldırısının İslamofobiyi ve Türk nefretini artırmak ve Suriye’den gelecek mültecilere karşı bahane üretmek amacıyla bizzat İngiltere’nin istihbarat güçleri tarafından tezgâhlandığı imaları/iddiaları AKP medyasında işleniyor…  Buna göre, Geri Kabul Anlaşması’nı Türkiye’nin iptal etmesinden korkuyorlar ve korktukları başlarına gelmeden -yani mülteciler İngiltere’ye varmadan- mülteci karşıtlığına meşru bir zemin inşa etmeye çalışıyorlar.  Bu okuma tarzına dayalı kampanyanın, referandum sonuçlarına nasıl yansıyacağını şimdiden tahmin etmek güç; ancak bu meseleye çok büyük siyasal yatırım yapıldığı, bunun çok önemsendiği açık. Örneğin, eski bir bakan, Türkiye Başbakanı Yıldırım’a “İstanbul’da ‘hayır’lar önde” tespitini yapınca, Yıldırım ilk olarak, bu gözlemin Hollanda krizi öncesine mi, yoksa sonrasına mı ait olduğunu soruyor. Bu, birinci ağızlardan basına yansıyor.

Yukarıdaki tabloya bakıldığında, artık herkesin tahmin ettiği gibi, referanduma kadar, iki tarafın da net geri adımlar atmayacağı anlaşılıyor ve muhtemelen Türkiye-AB ilişkileri bu süreçte onulmaz yaralar almaya devam edecek. Bu kendi başına önemli; ancak bunun yanı sıra “İslâm”a karşı “Haçlılar” şekilde formülleştirilen resmin öfkeyle motive ettiği toplum kesimleri ile onların “hain”, “Batı’nın uşağı” olarak algıladığı kesimler bir arada yaşamaya elbette devam edecek. Referandumdan “hayır” çıkarsa, tüm dünyayı dize getirmeyi vaat eden bu “evet” kampanyası, geride büyük yaralar almış egolar ve yarım kalmışlık hissiyle kuşatılmış yurttaşlar bırakacak. “Evet” çıkması durumundaysa, Avrupa ile ilişkilerin restleşme sürecinden artık kopuş sürecine doğru gitmesi ya da taraflardan birinin –yani kopuş durumunda yaşayacağı kayıpları göze alamayacak olan tarafın- geri adım atması mukadder. Bu durumda da, oluşacak ekonomik ve psikolojik maliyeti yalnızca “evet” oyu verenler değil, Türkiye’deki toplumun tamamı ödeyecek.