Post-Emperyal Devletin Kıbrıs Saldırganlığı

Niyazi Kızılyürek

Uluslararası ilişkiler literatüründe “post-emperyal devlet” kavramını bir zamanlar imparatorluk olan ve sonra dağılıp küçülen devletler için kullanıyoruz.

Rusya ve Türkiye en tipik örneklerdendir.

Bu devletler geçmişin ihtişamını çelişkili tavırlarla geleceğe taşırlar. Bir yandan büyüklük kompleksine kapılıp kendilerini dev aynasında görürler, diğer yandan da küçüklük kompleksi içinde sürekli olarak “beka sorunundan” söz ederler ve dağılıp gideceklerinden korkarlar. Milliyetçilikleri bu paradokslarla doludur.

En saldırgan oldukları zamanlarda bile savunmada olduklarını iddia etmeleri en karakteristik özellikleri arasında yer alır.

Türkiye’nin Kıbrıs’a yaklaşımında post-emperyal devletin bütün emarelerini görürüz.

İster Türkçü, ister İslamcı, ister laik Kemalist olsun, bütün milliyetçiler Kıbrıs’a aynı pencereden bakarlar: Büyüklük kompleksi penceresinden!

Kimi Osmanlı’nın fethinden ve şehit kanlarından yola çıkarak Kıbrıs’ı “helal” sayar, kimi daha yakın zamanlarda akıtılan kanlardan söz etmeyi tercih ederek adanın “tapusunu” ister, kimi de jeopolitik iddialarla adayı “Lebensraum” (yaşam alanı) ilan etmekten hoşlanır.

Bu yaklaşımların hepsi de bir noktada kesişir: “Büyük Türkiye” fantezisi!

Örneğin Alparslan Türkeş daha 1960’lı yıllarda Kıbrıs’ın “Büyük Türkiye düşünü canlandırdığını” ileri sürüyordu.

Mümtaz Soysal da 1990’larda benzer şeyler söylüyordu: “Kıbrıs Sorunu yüzyıllar boyu Avrupa ortalarından, Anadolu içlerine kadar sonu gelmeyen gerileyişleri yaşamış bir halkın gözünde dış haksızlıklara ‘dur’ deyişin sembolik ağırlığını kazanmıştır.”

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılışını “dış haksızlık” olarak okumak, post-emperyal bir sendromdur ve bu noktada elbette “halkın gözünden” değil, elitlerin zihniyetinden söz edebiliriz.

Çünkü halklar “büyük devlet” olma iddiasında değiller. Refah ve demokrasi içinde yaşamak isterler. Bu olsa olsa, kuvvet politikasına meraklı milliyetçi elitlerin hırsı olabilir.

Post-emperyal Türkiye’nin ciddi özgüven sorunu da vardır.

Bir yandan bir zamanlar büyük devlet olmakla böbürlenirken, diğer yandan hayalindeki imgesiyle aynada görünen gerçek yüzü benzemediğinden, bir dizi bağımlılık ilişkisi içine hapsolmuş bir devlet olduğundan, ciddi özgüven sorunu yaşar.

Bu özgüven meselesi Kıbrıs politikasını da yansıyor.

Kıbrıs’ı Türkiye’nin “özgüven meselesi” olarak kurgulayanlar, ortak kazanımlara dayalı uzlaşmalara sırt çevirirler ve “Büyük Türkiye” saplantısıyla saldırgan bir politika izlemeyi “özgüven sahibi olmakla” bir tutarlar.

Uzlaşmaz ve saldırgan bir tutum takınmayı, “dış bağlara aldırış etmeden şahlanmak” olarak tanımlarlar.

Nitekim Mümtaz Soysal 1974 Savaşını tam da böyle betimliyordu: “Türkiye, kurtuluş savaşını izleyen uzun bir aradan sonra ilk kez, ‘Benim hakkım şudur ve bu hakkım için şunu yaparım’ diyerek, dış bağlara aldırış etmeden şahlanabilmiştir.”

Türkiye’yi bugün yöneten İslamcı ve Türkçü milliyetçiler, laik milliyetçi Mümtaz Soysallar gibi düşünüyorlar.

Kıbrıs, “en haklı olduğumuz meselemizdir” diyorlar ve sekiz yüz bin Kıbrıslı Rum ile iki yüz bin Kıbrıslı Türk’ün varlığını ve çıkarlarını yok sayıyorlar.

Hangi “haktan” söz ettiklerini anlamak gerçekten güçtür.

Uluslararası hukuku çiğneyerek Kıbrıslı Rumları binlerce yıl yaşadıkları yerlerden silah zoruyla kovma hakkından mı?

Garanti Anlaşmasını çiğneyerek Kıbrıs’ın toprak bütünlüğüne son verme hakkından mı?

Silah zoruyla nüfustan arındırılmış bir coğrafyaya nüfus taşıyarak ayrı devlet kurmaya kalkışma hakkı mı?

Kürtlerin özerkliğine bile karşı çıkarken, ülke nüfusunun %18’ini oluşturan Kıbrıslı Türkler adına bağımsız devlet talep etme hakkı mı?

Kıbrıslı Türklerin siyasi iradesini yok sayma hakkı mı?

 Hiç kimsenin bu türden hakları yoktur.

Madalyonun bir tarafında post-emperyal Türkiye devletinin savunmacı saldırganlığı, kuvvet politikası vardır.

Öbür tarafında ise sekiz yüz bin Kıbrıslı Rum’u seksen milyonluk Türkiye’ye karşı bir tehdit olarak gösterip, “beka sorunundan” söz edecek kadar özgüvenden yoksun olma vardır.

Bu türden eğilimlerin karışımından oluşan bir politikanın elbette ne sağduyu, ne akılcılıkla bir bağı vardır.

Fakat ne de Türkiye’nin gerçek ve meşru çıkarlarıyla...