“Petros Yalluris’in Leymosun’dan Maraş’a, İtalya’ya, İsviçre’ye, Avustralya’ya uzanan hayatı...” (1)

Sevgül Uludağ

“Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” başlıklı sayfayı yaratan, Avustralya’dan çok değerli arkadaşımız, akademisyen, grafik sanatçısı ve araştırmacı yazar Konstantinos Emmanuelle’in kaleme aldığı Petros Yalluris’in Leymosun’dan Maraş’a, İtalya’ya, İsviçre’ye ve Avustralya’ya uzanan hayat hikayesini okurlarımız için Türkçeleştirdik. Konstantinos Emmanuelle’in yazısı özetle şöyle:

***  Petros (Peter) Yalluris, 24 Mart 1921 tarihinde Leymosun’da dünyaya gelmişti. Yorgos Yalluris ile Stilyani Hanım’ın üç oğlundan en küçüğü idi. Diğer kardeşlerinin adı Mihalis ve Andreas idi. “Yalluris”in (“Yiallouris”), Petros’un babası Yorgos’un parlak mavi gözlere sahip olması nedeniyle ona takılan bir lakap olduğu sanılıyor. Ailenin orijinal soyadı neydi, bu bilinmiyor. O günlerde Kıbrıs’taki gelenek, çocukların babalarının adını soyadı olarak almaları ve her nesilde böylece ailenin isminin değişmesiydi...

***  1925 senesinde Petros henüz dört yaşındayken, babası bilinmeyen bir hastalık nedeniyle vefat edecekti. Annesi Stilyani ise üç küçük oğlan çocuğuyla dul kalmış bir kadın olarak anne-babasının evine, Maraş’a dönecekti, onlardan destek almak için. Maraş’ta Haralambos Serciyu ile tanışıp evlenecekti. Haralambos’un Maraş’ta çok popüler olan bir kahvehanesi vardı. Stilyani, Nikolas ve Marulla adını vereceği iki çocuk daha edecekti ve böylece aileleri büyüyecekti.

***  Küçük bir çocuk olarak Petros üvey babasının kahvehanesine gidiyordu okul sonrası, bulaşık yıkamak ve yerleri süpürmek için. Petros’un kızı Stella bana, “Babam her zaman üvey babasından sevgiyle sözederdi. Haralambos sert bir adamdı ancak babama çok iyi davranıyordu. O günlerde hayat zordu. Babam kuyudan içme suyu getirmek için yarım mil yürümek zorunda kaldığını anlatırdı. Kış aylarında ellerinin derisinde iltihaplar oluşurdu çünkü üvey babasının kahvehanesinde yaptığı işlerden ötürü ellerinde dermatit ortaya çıkardı...”

***  Petros’un oğlu Tassos da, “Evet, doğrudur bu” diye söze giriyor. “Babam okula gittiğinde öğretmen onları sıraya dizer ellerinin temiz olup olmadığına bakarmış... Öğretmen, babamın ellerindeki deri iltihabı nedeniyle onun ellerinin temiz olmadığı kanısına varırmış. Ve kanatıncaya kadar ellerine vururmuş. Babam bunu bize anlattıydı. Babamın Kıbrıs’ta küçük bir çocuk olarak hayatı gerçekten çok zordu...”

***  Petros ancak ilkokul dördüncü sınıfı bitirebilecekti. 1933 yılında Maraş’ta bir makinist garajına çırak olarak mesleği öğrenmek üzere gönderilecekti... Maraş’ta tanınmış bir garajdı bu... Tassos, “Babam ilkokula yalnızca dört sene gitmiş olmasına karşın okuyup yazabiliyordu ve hayatında o kadar şey başarmış olması da mucize gibidir...” diyor.

***  1940 yılında İkinci Dünya Savaşı patlak verdikten bir sene sonra Petros ile kardeşleri Mihalis ve Andreas, Britanya Ordusu’ndaki Kıbrıs Alayı’na katılmaya karar vereceklerdi. Mihalis, Britanya Kraliyet Donanması’na katılırken, Petros ve Andreas ise taşımacılık ünitesine kaydolmuşlardı... Stella ve Tassos’a “Babanız neden Kıbrıs Alayı’na katılmıştı?” diye soruyorum... Stella çarçabuk, “bunun nedeni paraydı” diye cevap veriyor... “Babam bize orduya ailesinin hayatta kalmasına yardımcı olmak için katıldığını anlatırdı. O günlerde pek çok ailenin geçinebilmek için çok büyük zorluklara katlandığını hatırlayınız... İnsanlar çok fakirdi” diyor...

***  Kıbrıs Alayı’nda Petros önce Eylül 1940 tarihinden Ocak 1941’e kadar Mısır’da hizmet verecekti. Sonra da Yunanistan’a gönderildi ve burada üç ay hizmet verdi, sonra da Nisan 1941’de Almanlar tarafından yakalandı. Kaynaklardan birine göre Kalamata’da Asprohoma köyünde yakalanmış, sonra da Pire limanından İtalya’ya götürülmüştü gemiyle, İtalya’da 27 ay boyunca savaş esiri olarak tutsak kalacaktı...

***  “Babam savaşta yaşadıklarıyla ilgili pek konuşmazdı” diyor kızı Stella. “Ancak arkadaşlarıyla muhabbet ederken öyküler ortalığa dökülmeye başlardı... Bir hikayeyi çok iyi hatırlıyorum: Yunanistan’da katırlarla gidiyormuş, çevresine de bombalar düşüyormuş... Babamın anlattığına göre bombalar daha yakına atıldığında ve çok büyük gürültü çıktığında, katırlar kendilerini yere atarak toynaklarıyla kulaklarını kapatmaya çalışırlarmış. Bir başka keresinde babam, abisi Andreas’la birlikte bir katırın yanında dururken bir bomba yanlarına düşmüş ve anında katır ölmüş bu bomba patlamasından, katırın kalıntıları da bir ağaca savrulmuş. İnanılmaz biçimde babam ve amcam hiç yara almadan kurtulmuşlar... Bu çok korkunç bir deneyim olmalıydı...”

***  Stella devamla şöyle anlatıyor: “Babamın arkadaşlarıyla paylaştığını işittiğim bir diğer hikaye de Yunanistan’da birliği Almanlar tarafından yakalandıktan sonra kırsal arazide yol alırken, kamyon konvoyu aniden bir tarlanın yanında durmuş. Herkesin kamyonlardan inerek yere oturmaları emredilmiş silah zoruyla. Tüm Kıbrıslılar dua etmeye, birbirlerine sarılıp öpüşmeye ve en kötüsünü beklemeye başlamışlar. Sonra da Almanlar onlara makineli tüfekle ateş açmışlar. Savaş esirlerinin çoğunu öldürmüşler. Bunlar arasında bir de babamın yanına çömelmiş genç bir Kıbrıslı varmış. Mucizevi biçimde babam ateş hattının dışında kalarak hayatta kalabilmiş...”

***  Stella’ya göre babası ve amcası Andreas Atina’da yakalanmış, Kalamata’da değil. “Benim duyduğum öyküye göre babam ve birkaç Kıbrıslı asker daha Parthenon yakınlarında saklanmaktaydı, bir Yunan hain onların saklanma yerini Almanlar’a bildirmişti. Babam bir sabah uyandığında dışarıdan sesler geldiğini duymuş. Herhangi birisi kaçamadan tüm Kıbrıslılar, kendilerini silahlı Alman askerleriyle çevrili vaziyette bulmuşlar. Babam, Alman askerlerinin iriliği ve görünüşleri karşısında şoke olmuştu. Bize anlattığına göre, bunlar çok zalim insanlarmış. Kıbrıslı esirlere yüzüstü yatıp hiç kıpırdamamalarını söylemişler. Kıpırdanacak olurlarsa kafalarına kurşunu yiyeceklerini söylemişler. Üç gün boyunca bu şekilde kalmışlar, bu çok korkunçtu... Bundan sağ çıkanlar ise – ki babam ve amcam Andreas da vardı aralarında – bir esir kampına götürülmüşler. Bu kamp neredeydi, emin değilim. Babam, Yunanistan’da Alman askerleri tarafından o kadar kötü dövülmüş ki tam bir ay boyunca hiç yerinden kıpırdayamamış...”

***  Stella’ya, “Neden bir Yunan, Kıbrıslı gönüllüleri ihabar etsin ki?” diye soruyorum. Bana şöyle yanıt veriyor: “Babamın anlattığına göre pek çok Yunan, Almanların savaşı kazanacağına inanıyormuş, bu yüzden onlara dostça davranarak güvenlerini kazanmaya çalışıyorlarmış. Babam savaştan sağ salim çıkacağına hiç inanmadığını söylerdi... Almanlar’ın eninde sonunda hepsini de vuracaklarına inanıyordu. Pek çok Kıbrıslı gönüllünün Kızılhaç tarafından kayıt altına alınmamış olması halinde, hepsinin de öldürüleceğini söylerdi... Almanlar, Kızılhaç tarafından kaydı yapılmış olanları öldürmeye pek istekli değillerdi çünkü o zaman eylemlerinin hesabını uluslararası mahkemede vermek zorunda kalacaklardı...”

***  Petros’un oğlu Tassos ise, “Yalnızca bu değildi” diyor... “Kızılhaç, Britanyalı tutuklulara yiyecek paketi getiriyordu ve bu paketler de nihayetinde pek çok hayat kurtardı. Babamın anlattığına göre yerli İtalyanlar Kızılhaç kamyonlarının esir kampına yiyecek getirdiğini görünce dağlardan aşağı inerler ve esirlerle yiyecek değiş-tokuşuna girişirlermiş. Babam Kızılhaç’ın kendisine verdiği sigara, çikolata, bolibif ve piskotları, taze ekmek, domuz eti ve diğer yerli yiyeceklerle trampa ettiğini anlatırdı...”

***  “Babam özellikle annesinin duları olmak üzere sevdiklerinin dualarının kendisini kurtarmış olduğuna inanırdı” diye anlatıyor Stella. “Babam İtalya’daki esir kampında pek çok ülkede yakalanmış askerlerin olduğunu, bunların ayrı kulübelerde tutulduklaırnı anlatıyordu. Babam, o kampta tüm esirlerin kardeş gibi olduğunu ancak tümünün de açlık çektiğini anlatıyordu. Kimi zaman yalnızca sebze suyu içiyorlardı. İtalyan gardiyanlar sebzeleri kaynatıyor, suyunu esirlere veriyor, sebzeleri de kendileri yiyordu. Babam çok zayıflamış ve kuvvetten düşmüştü... Yalnızca odanın bir tarafından obir tarafına gitmek için sık sık durup dinlenmek zorunda kalıyordu o günlerde...”

***  “Baban ve kardeşi Andreas İtalya’daki esir kampından nasıl kaçmışlardı?” diye soruyorum Stella’ya... Tassos yanıtlıyor bu sorumu: “Bir gün İtalyan gardiyanlar, tüm tutukluları bir bir zindana götürmüşlerdi. Babam dışarıdan sesler geldiğini duyuyordu. Pek çok insan İtalyanca olarak bağırıyor ve çığlık atıyordu. Gardiyanlardan birine neler döndüğünü sormuştu babam. Artık İtalyanca konuşabiliyor ve anlayabiliyordu. Gardiyan da kendisine Müttefik kuvvetlerin Sicilya’ya çıkarma yaptığını, Musollini2nin devrildiğini ve Faşist hükümetteki meslektaşları tarafından hapse atıldığını, onu öldüreceklerini anlatmıştı. Pek çok bağırma çağırma vardı. Her neyse, babam gardiyanı tüm tutukluları serbest bırakmaya ikna edebilmişti ve öyle de oldu. İşte böylece babam ve kardeşi Andreas ile birlikte bir küçük grup tutuklu, bu kamptan kaçabildilerdi...”

***  “Sonra ne oldu?” diye soruyorum Tassos’a... “Esir kampının bulunduğu yolda yürüyerek uzaklaşırken babamlar pek çok yerli insanın aceleyle koşuşturup bağırdıklarını görmüşlerdi. Tam bir kaos hakimdi... Sonra babam bir elektrik direğine asılmış iki insanın bir grup insan tarafından yakıldığını görmüştü. Kendisine bunların Musollini ve metresi Klara Petaççi olduğu söylenmişti ancak bu doğru değildi. Çünkü kayıtlara göre 1943 Temmuz ayında Musollini devrilmiş ve faşist hükümetteki eski meslektaşlarınca hapse atılmıştı. Daha sonra Alman komandolar tarafından kurtarılmış ve ilerleyen müttefik kuvvetler tarafından ele geçirilmeden İsviçre’ye doğru kaçmaya başlamıştı. Ancak daha sonra İtalyan partizanlar tarafından yakalanmış ve 28 Nisan 1945’te vurulmuştu...”

Petros Yalluris, savaş sonrası İsviçre'de kaldığı otelin önünde diğer askerlerle birlikte... Sene 1945-46...

Petros, annesi, eşi ve akrabalarıyla 1948'de Kıbrıs'ta...

(Sayfadaki tüm fotoğraflar TALES OF CYPRUS’tan alınmıştır).

(TALES OF CYPRUS’ta (“Kıbrıs’tan Hikayeler”) Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

(Devam edecek)