“Paralel tarihler, kör noktalar: Gazze'den Kıbrıs'a inkarın sosyolojisi…”

Sevgül Uludağ

Mete Hatay/DİKEN

“Kıbrıs’ın da, Gazze’nin de bize öğrettiği şey basit ama acı bir gerçek. Toplumlar kendi acısını kutsallaştırıp başkasının acısını tali kıldıkça, barışın imkânı her geçen gün biraz daha eriyor. Hakikat, bir tarafın elinde tutacağı bir mülk değil, ancak ortaklaşarak kurulabilecek bir zemin… Ama belki de en önemlisi şu soruyu sormak: Biz, kendi anlatılarımızı koruma pahasına başkasının acısını görmezden geldiğimiz her seferinde, aslında hangi geleceği kaybediyoruz?”

(Araştırmacı yazar Mete Hatay, “Diken”deki yazısında “Paralel tarihler, kör noktalar: Gazze'den Kıbrıs'a inkarın sosyolojisi”ni ele alıyor… Özellikle Kıbrıs’ta geçmişle yüzleşmeye dair bu önemli yazıyı iktibas ediyoruz. S.U.)

Gazze’de olup bitenleri izlerken, İsrail toplumunun çoğuna hâkim kayıtsızlık ve tek bir tarihe, yani 7 Ekim’e saplanmış mağduriyet ısrarı, beni her defasında Kıbrıs’taki 1963–64 olaylarına götürüyor…

O döneme ilişkin hafızamızı yokladığımızda, aynı adada, aynı günlerde, aynı şiddet döngüsünde iki farklı dünyanın nasıl oluştuğunu hatırlıyoruz. Bir tarafta bombalanan mahalleler, kaybolan insanlar, yerinden edilen on binler; diğer tarafta tüm bu gerçekliğin basına bambaşka yansıdığı, paralel bir anlatı. Ve tıpkı bugün olduğu gibi, o zaman da bu çift-dilli tarih bize sadece bir gerilim değil, uzun vadeli bir ‘inkâr rejimi’ bıraktı.

Kıbrıs’ta iki toplumun da hafızasını kuran şey, çoğu zaman hakikat değil, hakikatin etrafına örülen korkular oldu. Kıbrıslı Rumların resmî söylemde 1963-64 şiddetini ve 1968’e kadar süren abluka dönemini, kendi iç siyasal şiddet pratiklerinden ısrarla arındırıp yalnızca ‘Türk isyanı’na indirgemesi, Kıbrıslı Türklerin 1974 öncesi neler yaşadığını dillendirmekten imtina etmesi (mağduriyetlerini görünür kılmanın ‘1974’ü meşrulaştıracağı’ndan korkuyorlar çünkü) bugün hâlâ taşıdığımız kırılmanın iki ana sütununu oluşturmakta.

Birbirini tamamlayan değil, birbirini kilitleyen iki inkâr siyaseti…

‘Kıbrıslı Rum inkârı’ geçmişi sterilize eden bir dil yaratıyor: 1974 öncesindeki şiddeti, ablukanın yarattığı derin travmayı, kırılmaları ve göçleri görmezden gelen bir yaklaşım. Sanki şiddetin tüm kökeni 1974’ten ibaretmiş gibi. Bu çerçevede, Türk tarafının korkuları da doğal olarak ‘uydurulmuş‘ ya da ‘abartılmış’ bir güvenlik paranoyası olarak görülüyor.

‘Kıbrıslı Türk inkârı’ ise daha sofistike ama maalesef bir o kadar da yıkıcı… Kıbrıslı Rumların maruz kaldığı mağduriyeti tamamen reddetmez ama ‘şarta bağlar’. “Bize bunları yapmasalardı, onlara bunlar olmazdı” diye lineer bir nedensellik kurar. “Napalm Papaz yerinde dursaydı” yollu açıklamalar, kimin hangi meydanda ne dediğine kadar indirgenen bir ahlaki muhasebe… Bu da Rum toplumunun güvenlik kaygılarını sürekli ‘geri iten’, travmasını tali bir meseleye dönüştüren bir savunma siyaseti üretmekte.

Ve böylece iki taraf da birbirinin acısına bakmaz. Bakmayı göze almaz. Çünkü bakmak, kendi anlatısını delik deşik edecek bir yüzleşmeyi çağırır.

Gazze’ye dönersek… Bugün İsrail toplumunun geniş kesiminde gördüğümüz şey de tam olarak bu.. Kendini tek bir tarihsel ana sabitlemiş bir ulusal hafıza; bu hafızaya uymayan tüm acıları bir ‘arka gürültü’ye dönüştüren bir kolektif körlük. “Önce bize ne yaptılar?” sorusuna takılıp kalan bir vicdan.

Kıbrıs’ın 1963–64 deneyimi gösteriyor ki böyle anlarda toplumlar, kendi travmasını mutlaklaştırırken karşı tarafın acısını görünmez kılan bir moral geometri yaratıyor. Bu geometri, yalnızca geçmişi çarpıtmakla kalmıyor, geleceği de rehin alıyor. Yani, inkâr edilen acı, daha sonra siyaseti belirleyen bir hayalet olarak geri dönüyor.

Kıbrıs’ın da, Gazze’nin de bize öğrettiği şey basit ama acı bir gerçek. Toplumlar kendi acısını kutsallaştırıp başkasının acısını tali kıldıkça, barışın imkânı her geçen gün biraz daha eriyor. Hakikat, bir tarafın elinde tutacağı bir mülk değil, ancak ortaklaşarak kurulabilecek bir zemin.

Ama belki de en önemlisi şu soruyu sormak: Biz, kendi anlatılarımızı koruma pahasına başkasının acısını görmezden geldiğimiz her seferinde, aslında hangi geleceği kaybediyoruz?

METE HATAY


“Dünya savaşlarının gizli paydası…”

Akdoğan Özkan/T24

Her ne kadar II. Dünya Savaşı, dönem Avrupa’sının kendi özgül jeopolitiğinin belirlediği koşullar üzerinden gelişerek patlak vermiş ise de, aslında onu I. Dünya Savaşı’nın devamı gibi düşünmek de mümkün. Belki şöyle demek daha doğru olacak: I. Dünya Savaşı’nın yol açtığı sonuçlar önemli ölçüde II. Dünya Savaşı’nın sebepleri arasında belirdi.
Konuyu böyle bir kesintisizlik üzerinden ortak paydalarıyla gündeme getirmeye çalışmak istememin ardında, olası bir III. Dünya Savaşı’nın sebeplerini de -benzer şekilde- II. Dünya Savaşı’nın sonuçları üzerinden okuyup okuyamayacağımızı görmeye çalışmak. İki savaş arasındaki bağlantının yeni bir harbin üzerinde gelişeceği koşullara dair bir argümantasyonda bize yardımcı olup olamayacağına bakmak.
… O halde, “I. Dünya Savaşı’nın sonuçları 1939’a geldiğimizde büyük ölçüde II. Dünya Savaşı’nın sebepleri olarak karşımıza çıkmıştır” derken ne demek istiyorum, önce onu açarak başlayayım. Şöyle ki…
İlk cihan harbinden muzaffer çıkan İngiltere, Fransa vd. Müttefik ülkelerin ABD’ye olan savaş borçları ile savaşı kaybeden Almanya’nın bu Müttefiklere ödemekle yükümlü kılındığı savaş tazminatı meseleleri uzun yıllar tam ve kesin bir çözüme kavuşturulamamış, bu durum karşı karşıya kalınan ekonomik krizleri derinleştirmişti. Neticede, bütün bunlar toplum olarak Versay Anlaşması’nda kendi yöneticilerinin ihanetine uğradıklarını düşünen Alman halkının ülkedeki siyasi sistemin temel aktörlerine yönelik hoşnutsuzluğunu artırmıştı.
Daha spesifik söylersek, halk tüm bu olumsuzluklardan I. Dünya Savaşı’nı sona erdiren ateşkes anlaşmasına imza koymuş “hain” Alman politikacıları, kendilerini “sırtından bıçakladığını” düşündükleri Yahudileri ve Marksistleri sorumlu tutan radikal sağ ideolojiyi keşfetmeye (!) başladı. Mevcut partilerin savaş sonrası ülkenin sorunlarını aşmakta yaşadıkları zorluk, 1922’de karşı karşıya kalınan hiper enflasyonun olumsuz etkileri nedeniyle katmerlenince, bu keşif yerini genişleyen bir teveccühe bıraktı. Ödenmesinde zorlanılan savaş tazminatlarının da katkısıyla büyüyen ekonomik kriz koşulları, artan işsizlik, siyasi istikrarsızlık ve derinleşen toplumsal ayrışmalarla sarsılan Almanların mutsuzluğu 1930 yılında ABD’de başlayıp dünyayı saran Büyük Buhran’ın dayattığı sert koşullarla birlikte katlandı. Hatta arada Fransızlar, koşullardan ötürü savaş tazminatlarının ödemesini atlayan Almanya hükümetini sıkıştırmak için asker gönderip Ruhr’u işgal dahi ettiler.
Velhasıl, bir zamanlar siyasal yelpazede ciddi bir ağırlığı olmayan ve Almanya ordusunun aslında sahada yenilmediğini düşünen ve hainlerce arkadan bıçaklandıklarını ve Danzig gibi etnik olarak Alman topraklarını dahi düşmana bırakmak zorunda kaldıklarını savunan Nasyonal Sosyalistler, halkın artan hayal kırıklıklarını, umutlarını ve korkularını kullanarak iktidara giderek daha fazla yaklaştılar.
İşte bu şartlar altında, ABD ve İngiltere Almanya’daki merkez partilerin iktidarlarını rahatlatacak ve böylece Almanya’da radikal sağın yükselişine set çekecek adımlar atsalardı, belki durum farklı olabilirdi. Ama öyle olmadı. Bunun çeşitli sebepleri var. Ama neticede, Wall Street ve belli başlı Amerikan şirketleri Nazilerin iktidara yükselişine katkı verdikleri gibi, Hitler’in iktidarı aldığı 1933 sonrasında Nazi Almanya’sının finansman ve ticaretini kolaylaştırıcı destekler verdiler.
1. Dünya Savaşı’nı, Batı’nın “iyi adamları” ile Sovyet Rusya, “kötü adam” olan Nazi Almanya’sını zorlu bir mücadelenin sonunda yendi ve insanlığı kurtardı gibi bir mit üzerinden okumaktan sıkıldıysanız, savaşın sınıfsal boyutları eşliğinde ilk görmeniz gereken olgulardan biri budur.

ABD’nin Nazilere desteği
Peki nasıl desteklerdi bunlar: J.P. Morgan ve T. W. Lamon gibi Amerikan yatırım bankacılarının sağladığı kredi imkanları ile General Electric, Standard Oil, General Motors ve Ford Motor Company gibi şirketlerin 1922-1944 arasında Nazilere verdikleri destekler, Almanya’nın “sen aslansın, sen kaplansın, seni kesseler acımaz” nidaları eşliğinde II. Dünya Savaşı’na yürümesinde son derece etkili olmuştur.
Örneğin, Antony C. Sutton’ın, “olmasaydı Almanya 1939’da savaşa giremezdi” dediği dev Alman kimya şirketi IG Farben, 1927 ile 1939 arasında büyük ölçüde Amerikan teknik desteği, Amerikan tahvilleri ve Amerikan National City Bank’ın 30 milyon dolarlık yardımı sayesinde iki kat büyüyebilmiştir. 1925’te Agfa, BASF, Bayer, Griesheim-Elektron, Hoechst ve Weiler-ter-Meer gibi altı önemli şirketin birleşmesiyle oluşturulan IG Farben’in finanse edilen bu büyümesi ile de Almanya’nın savaşa girmesi kolaylaştırılmıştır. 1940’larda toplama kamplarından sağladığı bedava köle işgücü sayesinde üretim maliyetlerini aşağı çeken bu şirket yine savaş zamanı Auschwitz ve Mauthausen’de insanlar üzerinde deneyler bile gerçekleştirmiştir. Avrupa’nın en büyük şirketlerinden biri haline gelmiş IG Farben’in 1945’te Müttefik kuvvetler tarafından ele geçirilen binasının Müttefik Kuvvetler Yüksek Karargâhı olarak kullanılması da tesadüf değildir.
Alman savaş aygıtına ABD’den belki de en büyük destek dünyanın ilk büyük bilgisayar teknolojileri şirketi IBM’den gelmişti. Amerikalı tarihçi ve yazar Edwin Black, IBM’in Auschwitz ve Treblinka toplama kamplarındaki milyonlarca insanın ölüme götürülmesinde kullanılan teknolojiyi Nazilere doğrudan ve adım adım sağlayan bir şirket olduğunu yazar.
Black, 2001 tarihli “IBM and the Holocaust: The Strategic Alliance Between Nazi Germany and America's Most Powerful Corporation” başlıklı kitabında, Hitler’in Polonya’yı işgali ardından IBM’in, bu ülkede temel amacı Polonya'nın yağmalanması sırasında Nazi işgaline hizmet etmek olan “Watson Business Machines” isimli bir şirket kurduğunu da yürütülen faaliyetlerle birlikte aktarır. Anlatılanlara bakılırsa, IBM, Nazilerin ihtiyaç duyduğu tüm din, ana dil, milli köken, Yahudi nüfusu, kürk ticareti gibi verilerin kayıt altına alınmasından tutun da “gettolardan her gün tam olarak kaç Yahudi'nin boşaltılması gerektiğini hesaplamaya” ve soykırımı kolaylaştıracak meselelerin çözümüne kadar pek çok hususu sistemlerinin Nazilere kiralanması ile mümkün kılmış.

İngilizlerin taktik desteği
Bu arada, Hitler’in iktidara gelişini “Yahudi’nin Yahudiliğine dönüşünün başlangıcı” olarak tanımlayan İngiliz Hıristiyan Siyonistlerinin Nazilere verdiği desteği de unutmamak lazım. Özellikle de daha ortada Auschwitz, gaz odaları filan yokken, Yahudilerin Filistin’e “dönmeleri” ve bir devlet kurmaları gerektiğine inanan Anglikan Kilisesi’ne ve İskoç Kilisesi’ne bağlı İngiliz Siyonistlerin varlıklı Yahudilerin Filistin’e göçünü 60 bin kişilik ilk parti ile mümkün kılan 1933 tarihli Haavara Anlaşmasının ardında olmaları ve Hitler’i desteklemelerini kesinlikle hatırda tutmak lazım.
Ayrıca, İngilizler Nazilerin Çekoslovakya işgaline ses çıkarmamışlardır. Bunun da ardında, bu işgalle Almanların Rusya ile savaşırken ihtiyaç duyacağı silahları bu alanda sağlam bir altyapısı olan Çeklere ürettirecek olmalarını bilmelerinin büyük payı vardır. İngilizler Almanya’yı doğuya doğru yönlendirmek için de ellerinden geleni yapmışlardır…

NAZİ misyonu ve NATO misyonu
Bu arada parantez açıp, “Doğu’ya doğru genişlemek” ve Slavları yok etmek misyonunun epeydir NAZİ’lerden değil, NATO’dan sorulduğunu hatırlatalım. Hatta, buradaki “kesintisizlik” daha çarpıcıdır: Hitler’in ordusunda Nazi subayları olarak görev yapmış Adlof Heusinger, Hans Speidel, Johannes Steinhoff, Johann von Kielmansegg, Ernst Ferber, Karl Schnell, Franz Joseph Schulze, Ferdinand von Senger und Etterlin gibi komutanlar daha sonra NATO’da önemli görevler üstlenmiştir.
Hatta Nazi Almanya’sında orduda (Wehrmacht) Albay olarak görev yapmış Albert Schnez yıllar sonra sosyal demokrat Willy Brandt hükümeti döneminde Alman Genelkurmay Başkanı olmuştur. “Hitler’in Süper Casusu” olarak bilinen istihbarat subayı Reinhard Gehlen ise ilerleyen yıllarda CIA’de, yine Alman ordusunda askeri istihbarat subayı olarak çalışmış Kurt Waldheim’in da 1972-1981 tarihleri arasında Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri olarak görev yaptığını da unutmayalım! Hem de karanlık geçmişi 1945’ten itibaren CIA tarafından bilinmesine rağmen…

Dev maliyetlerin yönetilmesi
Buradan başlangıçta hatırlattığımız “sonuç-sebep” meselesine dönersek… I. Dünya Savaşı sonrasında mesele “maliyetlerin yönetilmesi” meselesi olup çıkmıştı. Washington, İngiltere, Fransa vd. Avrupalı müttefiklerine savaş boyunca verdiği milyarlarca dolarlık borcun geri ödenmesini garanti altına alma kararlılığı içindeyken, İngiltere ve Fransa bu borçlarını, Almanya’dan alacakları savaş tazminatlarıyla ilişkilendirme gayreti içinde olmuştu. Ancak Washington’un, müttefikler arası savaş borçlarının onların Almanya’dan alacakları tazminatlarla ilişkilendirilmesi çabalarına uzun süre karşı durduğunu biliyoruz.
Merkez bankalarının rezerv politikaları konusunda koordinasyon içinde olmalarını sağlama ihtiyacı bile ilkin bu savaş tazminatları ve savaş borçları meselesinin (Young Planı kapsamında) daha iyi yönetilmesini sağlamak için hissedilmişti. Neticede bugün önemli bir uluslararası fonksiyonu olan Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS) dahi 1930’da Belçika, Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya, Japonya ve tabii ki İsviçre tarafından doğrudan bu amaçla kurulmuştu.
Kariyerine I. Dünya Savaşı’nda savaş sponsorluğuyla başlayıp, Büyük Buhran’dan alınan dersler sayesinde II. Savaş’ta bu rolü “Ödünç Verme ve Kiralama Yasası” (The Lend and Lease) programı ile geliştirip pekiştiren ABD, II. Dünya Savaşı sonrası kendisini “Hür Dünyanın” jandarması konumuna yükseltirken, NATO’yu da 1949’da bu maliyetlerin paylaşımının yönetilmesiyle de mükellef kılacak şekilde kurdu. NATO belki, II. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa'da ortaya çıkan güvenlik ihtiyacının sonucu olarak, üyelerine dışarıdan gelebilecek bir saldırıya karşı ortak hareket etme ve Sovyetler Birliği’ne karşı bir güvenlik seti çekmek amacıyla kuruldu. Hatta NATO, o sıkça dile getirilen ifadede de olduğu gibi, aslen “ABD’yi içerde, Sovyetler’i dışarda, ama özellikle de Almanya’yı aşağıda (!) tutmak üzere” teşekkül ettirilmiş bir askeri ittifak idi. Hangi Almanya’yı? Yüzlerce yıl birbiriyle savaşmış Avrupa’nın küçüklü büyüklü ülkelerini tehdit edebilecek ve Avrasya’nın sınırlarını jandarmanın iradesine rağmen değiştirme cüreti gösterecek kudrete erişebilecek bir Almanya’yı…
Ama bunların da ötesinde bu amaca dönük maliyetler bir ortak komutadan yönetilsin, paylaşılsın istendi NATO ile.

Dev maliyetlerin yönetilmesi
Gelgelelim, ABD Hazine Bakanlığı rakamlarıyla Kasım 2025 itibarıyla ulusal borcu (38 trilyon dolar ile) arşa ulaşmış Washington bu paylaşım tablosundan dahi artık memnun değil. Maliyetlerin paylaşımında Avrupalı müttefiklerinin çok daha fazla rol ve rakam üstlenmelerini istiyor, bunun için üst perdeden konuşup tehdit ediyor, oyunları bozuyor, kırıp döküyor. Yeniden oyun kurarmış, meşruiyet dağıtacakmış gibi yapıyor. Tüm aktörlerin kendisini önce güvensiz hissetmesini sağlıyor. Ortadoğu’daki (Suudi Arabistan, BAE gibi) müttefikler mesajı alıyor, Washington’a aktardıkları rakamda cömertçe el yükseltiyor. Ama işleri zaten çok iyi gitmeyen Avrupalı müttefiklerin hepsi mesajı hemen almak, uzun yıllardır ucuza eriştikleri enerji kaynaklarına sırf Washington kazansın diye daha fazla para ödemek istemiyor. Kimileri de Washington’un bir dediğini iki etmiyor, kendi bindiği dalı kesebiliyor, susabiliyor… Tabii ki Avrupa, özellikle de Orta ve Doğu Avrupa jeopolitik denklemleri zor coğrafyalar. Buralardaki ihtilaflar sadece buraya mahsus ihtilaflar olarak kalmıyor. “Maliyet yönetimi” de hiçbir zaman tek belirleyici olmuyor. İngiliz stratejist Halford Mackinder, “her kim ki Doğu Avrupa’yı kontrol altında tutar, o dünyanın kalbinin attığı merkez bölgeye (Heartland) hükmeder,” demişti. Nitekim III. Dünya Savaşı’na yönelik olası senaryoların odağında çoğunlukla bu coğrafyanın bulunması tesadüf sayılmaz. Yayılarak bir cihan harbine dönme olasılığı henüz tam olarak sıfırlanmamış bu coğrafyadaki bir savaşta son üç yılda ölen insan sayısı sanırım 1 milyonu aştı. Ama bunun kimseyi durdurduğu yok. İşte bunun tek olmasa da bir sebebi de bahsettiğim maliyetlerin yönetiminin tam olarak nasıl olacağı konusunda son noktanın konmamış olması.
O nokta belirleyici bir komite ya da antlaşma ile taraflara dikte edilmedikçe ya da yeni bir savaşla net olarak konmadıkça, biz bu konuyu konuşmaya epey daha devam edeceğiz gibi görünüyor. Ama Heartland teorisi ile bu yazıda geldiğimiz yere şimdilik bir nokta koyalım. O teorinin tartışmadaki yol göstericiliği bir başka yazımızın konusu olsun. 

(T24 – Akdoğan ÖZKAN – 24.11.2025)