“Özel Harp Dairesi’nin Kıbrıslıtürkler’in seçimlerine karışması…”

Sevgül Uludağ

BASINDAN GÜNCEL…

 

Kıbrıs’taki olayları NATO talimnamelerine veya özel harp psikolojik savaş yöntemlerine göre yorumlamak -14-

 

Ulus IRKAD

Kavazoğlu’nun katlinde gene Özel Harp Talimnamesine bakarsak orada yazılan kuralların kullanıldığını ve çok yönlü birçok yöntemin izlendiğini göreceğiz. Yani anlayacağınız Kıbrıs’ta her olayın arkasında Özel Harbin etkisi veya Zir Köy’ünde verilen eğitim kurslarının izi vardır.

FM-31 ve ST 31 olarak çevrilen Özel Harp Talimnamesi’nde aynen şöyle demektedir:

“Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm haline getirme, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj ve yine talimnamede bu örgüt için şöyle bir ayrıcalık var; Yine resmi talimnameden aktarıyorum: ‘ Bir gayrınizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuni statüye sahip değillerdir” (Turhan, 1992,23).

ÖZEL HARP DAİRESİ’NİN KIBRISLITÜRKLERİN SEÇİMLERİNE KARIŞMASI VE 15 TEMMUZ 1974 DARBESİYLE BAŞLAYAN SÜREÇ

Özel Harp Dairesi aslında Kıbrıs Sorunuyla içli dışlıydı. Orgeneral Kemal Yamak “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” adlı kitabında (2006,261) 1974 öncesi Kıbrıslıtürk toplumunun içişlerine bile karışıldığını açıkça yazmaktadır:

“..O dönemde de Türk Mukavemet Teşkilatının desteklemediği bir adayın seçimi kazanması da zaten mümkün değildi.

Rahmetli Doktor Küçük, Türkiye’ye gelmişti. Kimlerle neyi görüştüğünü bilemiyorum. İkinci gün daireye ziyaretime geldi. Konu cumhurbaşkanlığına adaylığıydı.

Yeniden cumhurbaşkanı olmayı arzuluyor, bununla ilgili gerekçelerini sıralayıp hizmetlerini, katlandıklarını dile getiriyor ve “Bir dönem daha” diyordu.

Konuşmalarından anladığıma göre Dışişleri topu bize atmış ve “Genelkurmay” demişti. Biz teklifimizi sunmuş, komutanlığın kararını almış ve görüşmeye hazırlanmıştık.

Rahmetli Doktor Küçük’ün  söylediklerine ben de katılıyor, hizmetlerini biliyor, gerekçelerinde doğru olabileceğini vurgulayarak diyordum ki: Nöbet devri zamanı geldi, siz davanın bayrak ismisiniz. Bayrak elinizde olarak ayrılınız ve Denktaş’a imkan veriniz, onun değerini siz bizden daha iyi ve daha yakından biliyorsunuz. Takdir ettiğinizi de biliyorum. Seçimler olaysız olmalı. Sonuçta toplum bir liderin etrafında, bir yumruk gibi birleşmiş bulunmalı. Bu büyüklüğü siz gösteriniz”.

Bu münakaşalarımız, tam dört saat sürmüş, rahmetli bu süre içinde iki paket sigara ve tahminen yirmiye yakın çay ve kahve içmişti. Sonunda bir soru sordu: “Bütün bunlara rağmen seçime girsem ne olur?” Cevabım, “Büyük bir ihtimalle kazanamazsınız. Ortam da bunu gösteriyor.” Şeklinde oldu ve ekledim: “Kendiliğinden görevi cemaat liderine devretmiş bir cumhurbaşkanı olarak veya seçime girmiş, seçilmemiş, seçilememiş bir cumhurbaşkanı olarak ayrılmak, sizin tercih ve takdirlerinize bağlıdır Sayın Küçük. Bu takdir sizindir. “Tereddütlerini hissediyordum, devam ettim.: “Toplumunuz size her zaman davanın bayraktarı bilecek. Size karşı minnet ve şükran duygularını hep yaşatacak.. Hem Türkiye, hem de Kıbrıs’ta saygın yeriniz titizlikle korunacaktır. Lütfen bu görüntünüzü zedelemeyiniz”.  Rahmetli bir an daha düşünmüş ve adeta rahatlamış gibi, “Peki paşam, anlaşıldı, galiba bu konuda karar verilmiş bulunuluyor. Benim de bu karara uymam gerektiğine inanıyorum. Seçimlere girmeyeceğim. Şimdi son kahveyi söyle, içip gideyim” demişti (Yamak,2006,261).

HAREKAT ÖNCESİ HAZIRLIKLAR BAZI KOMUTANLARIN BANA ANLATTIKLARI VE BİR SANCAKTAR’IN MAĞUSA’DA KIBRISLIRUM TARAFINA KAÇMASI

Mağusa’da bazı eski Mücahit komutanları bana oraya gelen bir Sancaktar hakkında bazı olayları anlattılar. Mesela bir Mücahit komutanı oraya gelen bir Sancaktar’ın devamlı Maraş’a gidip oradaki Yunanlı komutanla görüştüğünü, gene bazı Mücahit komutanları bana bir Sancaktar’ın devamlı Rum askeri kampına girip oradaki komutanla görüştüğünü ifade etmişlerdi. Buna benzer bir olayı Kemal Yamak da “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” adlı kitabında (sf.282) anlatmaktadır:

 “Bu arada Kıbrıs’ta bir olay oldu.
Çok zorunlu bir sebep yüzünden Kıbrıs’taki görevinden alınacağını anlayan bir binbaşı firar etti. Kendisinin önce Rumlara sığındığını, daha sonra da Londra’ya gönderildiğini tespit etmiştik. Binbaşı maalesef Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili planlarını biliyor ve birliğinde bulunan kısmını da beraberinde götürmüş bulunuyordu. Bu çok talihsiz ve önemli olaya hem üzülüyor, hem de pek çok önem vermiyor, bu duygumuzu ve üzüntümüzü içimizde saklıyor, fakat önem veriyor görüntüsünü sürdürüyorduk. Çünkü rahmetli Orgeneral Faruk Gürler’in imzasıyla yeni bir planlama emri almış, harıl harıl bunun üzerinde çalışıyorduk. Bu yeni plan daireye geldiğinde çok sevinmiş ve evraka not olarak, “Şimdiye kadar yapılan planlamaların en uygunu ve en gerçekçisi” diye bir ifade yazdığımı hatırlıyorum. İşte bu yeni planın bittiği ve henüz ast birliklere yayımlanmadığı bir safhada meydana gelen bu olay, aslında o zamana kadar Rumların elde ettiği bilgileri de teyit ettiğinden, adeta yeni planın bir koruyucusu ve aldatıcısı olmuştu. Harekatı izleyenler ve Kıbrıs’ta incelemede bulunanların da bileceği gibi, ilk harekatın sonuna kadar, Mağusa-Boğaz arasına  Rum kuvvetlerini bağlayan ve aldatıcı bazı tedbirlerle, bu kıyılara yaklaşan, donanma arayan bir beklentiye sebep bulmaya çalışanların bu sebebi de eklemesi gerekiyor. Bu bir tahmine dayanan ve olayları birbirine bağlayarak ulaşılan sonuçtur. Bunu kuvvetlendiren bir başka  sebep de Mağusa-Boğaz arasındaki kıyı ve derinliklerinde esasen var olan Rum savunma mevzi ve engellerinin, bu üzücü  olaydan kısa bir süre sonra geliştirilmeye başlanmasının ve deniz dibi engelleriyle takviye edilmesinin tespiti olmuştur.

İşte o binbaşının yaptığı kötülüğün iyiliğe dönüşmesi ve 1974 Kıbrıs Harekatı’nda uygulanan planın bir maskesini teşkil etmesi, böyle bir olaya da dayanıyordu. Kendiliğinden oluşan ve gelişen mükemmel bir şaşırtma harekatının başarısı için, harekattan önce Rumların Türk çıkarması beklediği bu bölgelerde keşif harekatımızı hiç azaltmamış, hatta hedef tespit çalışmalarımız bölgesinde yaparken, doğuda daha da yoğunlaştırmıştık” (Yamak,2006,282-283).

15 Temmuz 1974 Süreci ve Bülent Ecevit’le Londra’da

Darbe duyulur duyulmaz Türk Ordusu hazırlıklara başlar. Bunun üzerine Ecevit Garantörlerden biri olan İngiltere ile görüşmek için yanında da bazı askeri uzmanları alarak İngiltere’ye gider. Aşağıdaki anılar o sürece ait olan anılar oluyor:

“Olay bir şekilde görülmesine rağmen, neden daha emin ve daha çok zaman kazanabilecek bir hareket tarzı olan, müşterek müdahaleye biraz yeşil ışık yakıp görüşme, planlama ve hazırlık gibi hareket tarzlarıyla olayı zamana yaymayı ve arada çıkarılması çok kolay olan anlaşmazlıklara, bu süreyi uzatmayı bir politika olarak benimsemediklerine cevap bulamıyordum. Yarım da olsa cevabı galiba, “Türkiye böyle bir müdahaleyi göze alamaz veya yapamaz” kanaatinin içinde saklıydı. (nitekim yukarıdaki gazete küpüründen de anlaşılacağı üzere, yıllar sonra yapılan bir itiraf da bu değerlendirmemizi doğruluyor). Eski politik çıkışlar ve sonuçları bu görüşü destekliyordu. Çok şükür korktuğumuz olmamıştı. Esasen sayın başbakan da bu tavra karşı hazırlıklı ve kararlıydı.

Londra’dan dönerken uçakta sayın başbakan bizlere, “İngilizler bize yeşil ışık yakmadılar, ama kırmızı ışık da göstermediler” diye başlayan bir konuşma yaptılar. Bu ifadenin “ama”yla başlayan ikinci cümlesini, sayın başbakanın müdahale kararının değişmediği ve kesinleştiği şeklinde değerlendirmiştim.

Gayri ihtiyari sayın başbakanı gözle takip ediyordum. Bir ara elinde küçük bir kağıt olduğu halde, bazı arkadaşlarıyla konuştular. Sonra beni çağırdılar, “Yamak Paşa, acaba uçaklarımız hava taarruzu için Kıbrıs semalarına gittiklerinde, bombardımandan evvel, önce çiçek, sonra beyanname atsalar, eğer aşağıdan ateş açılırsa, o zaman hava taarruzuna geçseler, olabilir mi?” sorusunu sordular. Sayın başbakanın kafasında kesinleşen müdahale kararı, insancıl yapısı ve yaklaşımıyla çarpışıyor ve hangi taraftan olursa olsun insanların zarar göreceği düşüncesi kendisini rahatsız ediyordu. Bu ulvi düşünce ve insancıl yaklaşımın karşı tarafa ne kadar yabancı ve uzak  olduğunu düşünerek, savaş uçaklarından çiçek atmanın teknik olarak çok zor ve hatta mümkün olmadığını, bir iki uçaktan birkaç şehir meydanına çiçek atma ile çok farklı koşulların yaşandığı bir harekatta atılsa bile, eli tetikte bekleyen ruhiye içersinde algılanamayacağını arz ettim. O zaman “Peki” dedi ve elindeki kağıdı uzattı. “Öyle ise şu tarz ifadeler taşıyan beyannameler basalım ve onlara atalım” dediler. Kağıdı aldım. Daha evvel Abbas Efendi’yle hazırladığımız Genelkurmay beyannamelerine benzer ifadeler taşıyorlardı. Atılacağını arz ettim. Ama yeniden basılıp, çoğaltılıp, hazırlanıp, ulaştırılmasının bu kısa süre içersinde mümkün olamayacağını ancak, bu konuda bir boşluk da yaratılmayacağını düşünüyordum. Zira Ankara’ya indikten kısa bir süre sonra harekat ve erken saatlerde de hava harekatı başlamış olacaktı” (Yamak,2006,324-325)

 

KAYNAKÇA

Yamak, K. (2006) Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler, Doğan Kitap, İstanbul.

Turhan, T. (1992) Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla, Tümzamanlar Yayıncılık, İstanbul.

(YENİÇAĞ – Ulus IRKAD – 9.6.2019)

 


 

“Tunus'un kayıp yakınları…”

Rosalino Levantino

Arap Baharı'nın filizlendiği tüm coğrafyalarda meyve verip vermediği muğlaklığını korurken isyanların başlangıç noktası olarak bilinen Tunus'ta süreç muhtelif protestolarla devam ediyor. Sicilyalı kadın yönetmen Ester Sparatore kamerasını bilhassa 2011 yılında tetiklenen başkaldırıdan sonra, İtalya yollarında kaybolanların yakınlarına doğrultuyor.

Geride Kalanlar (Celles Qui Restent/Those Who Remain) adlı film kimi anne, kimi kız kardeş, kimisi de eş olan kadınlara odaklanıyor. Belgeselin hayranlık uyandıran baş kahramanı, kocasından uzun zamandır haber alamamış, bir Amazon kadını hissini uyandıran Om El Khir Ouirtani. Hayat mücadelesine özlediği eşi Nabil'in yokluğunda, üç çocuğunu büyüterek devam eden başına buyruk Om El Khir benzer durumda olan kadınlara destek veriyor, devlet tarafından kayıpların izinin ortaya çıkarılması amacıyla onları örgütleyip gerçeğe ulaşacakları dinamikleri körüklüyor.

Anne, kız kardeş, eş...

Örneklerini tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de gördüğümüz, ellerinde kayıp yakınlarının fotoğraflarıyla ilgililere hesap soran çoğu kadın protestocu kâh İçişleri Bakanlığı'nın, kâh Tunus'taki İtalya Büyükelçiliğinin önünde toplanıp taleplerini dile getirebiliyorlar. Belgeselde yetkililer tarafından şimdiye kadar atılan adımların yetersizliğinden bezmiş, hatta ümitsizlikten kendini yakmış olan kayıp yakınları olduğunu öğreniyoruz.

Kayıpların izinin ortaya çıkarılması için göstermelik düzenlemelere inançları kalmamış kadınlar iki taraflı komisyonun kurulması ve somut adımlar atması gerektiğinin farkındalar. Taleplerini barışçıl protestolarla ifade etseler de suçlu muamelesi görüp polislerce şiddetli muamelelere tabi tutuldukları dinamikler de olmuş. Çocuğundan haber alamadan yaşlanıp vefat etmiş ebeveynleri de duyuyoruz belgeselde.

Yakınlarının izinin kaybolduğu tarihlerden itibaren Avrupa'nın bazı televizyon kanallarına yansımış İtalya'daki görüntüleri, kadın kahramanlarımızın ümitlenmesine, buna bağlı olarak da aynı zamanda bir muammanın içinde kaybolmalarına sebebiyet vermiş. Om El Khir kapı kapı, hatta kent kent dolaşıp hem kocası hem diğer kayıplar hakkında bilgi toplayıp elindeki verileri mantıklı senaryolar çerçevesinde yorumlamaya çalışıyor. 

Daha iyi bir yaşam uğruna...

Hayatlarını daha iyi bir istikbal için özellikle Akdeniz'de riske atanlara eğilen birçok filmden farklı olarak yönetmen Sparatore mültecilerin geride bıraktığı kadınların vaziyetine şahitlik etmek istemiş. Her geçen gün daha sıkı tedbirlerle korunmaya çalışılan, bir Orta Çağ kalesi görünümündeki Avrupa trajik dinamiklere rağmen kurban vermeyi tüm hızıyla sürdürüyor ne yazık ki!

Siyasi mücadelesiyle özel hayatı girift biçimde birbirine girmiş Om El Khir çocuklarına şefkatle bakan, zamanı geldiğinde onlara tane tane dua öğreten, keyifli olduğunda şarkı söylemeyi seven hayat dolu bir kadındır. Gerici İslam'ın öngördüğünden farklı davranışlar sergileyen bağımsız ve güçlü bir kadın olması, zamanla eşinin muhafazakâr akrabaları tarafından dışlanmasının sebebi gibi görünmektedir.

Hayatın onu beklenenden çok farklı yönlere sürüklemiş olması onu aslında yormuştur, kendisine eskisi gibi itina ile bakamamaktadır ama ümidini asla yitirmemiştir.

Duruma hassasiyetle yaklaşan sinemacı Sparatore kahramanıyla veya filmin diğer kadınlarıyla asla röportaj formatında görüşmüyor. Onları bir gölge gibi izleyip görüntülerin sadece kendi namına konuşmasını sağlamak için gerekli zemini oluşturuyor.

Avrupa Parlamentosu'nda Tunuslu bir kadın

Geride Kalanlar dünya prömiyerini İsviçre'nin Nyon kasabasında Nisan ayında 50. kez düzenlenmiş olan Visions du Réel'de yapmış, 89 dakikalık Fransa, İtalya, Belçika ortak yapımı bir belgesel. Seyirci filmin kahramanının peşinden merak ve ilgiyle sürüklenirken belgeselin sonlarına doğru riskli bir protestoyla gerginlik zirve yapıyor. Seslerini duyuramamaktan muzdarip kayıp yakınları kadınlar gayet işlek Bizerte köprüsünde trafiği felce uğratıyorlar. Artık kaybedecek bir şeyleri kalmamışçasına, bazıları epeyce agresif şoförlere karşı direnip dertlerini mümkün olduğunca medyatik şekilde ifade etmeye çalışıyorlar; çaresizlik içinde çırpınan kayıp annelerinin çığlıkları seyircinin içine işliyor.

Belgeselin son kadrajında ise Om El Khir'i görmeye alışkın olduğumuz yoksul Tunus ambiyansından farklı bir yerde izliyoruz. İddialı çağdaş mimariye uygun biçimde inşa edilmiş bir devlet kurumunun uzun koridorunda emin adımlarla ilerlerken kamera onu omuzundan takip etmektedir. Om El Khir Tunus'taki 500'ü aşkın kayıp için tanıklık etmek üzere Avrupa Parlamentosu'na gelmiştir, Podemos partisinin davetlisi olarak…

(BİANET.ORG – Rosalino Levantino – 8.6.2019)