“Nenemin gözyaşları…” 1

Sevgül Uludağ

MESARYA’DAN HATIRALAR…

 

Dr. Derviş ÖZER

Küçük bir köy bizimkisi, yıllardan beri adı hep aynı kalmış. Kimisi su yanı demiş, kimisi su yeri, bazıları ise acı su adını vermiş ama Apuhori hiç değişmeden kalmış. Daha sonra Rumca Epicho ve Türkçe Abohor adları kullanılmış. İnsanları çalışkan, aşını ekmeğini topraktan çıkaran saf köylüler. Devlete inanan ve ne olursa olsun Allah devlete zeval vermesin diye dua eden insanlar.

Türkiye’de devrimler yapılmış ama burada zorlama olmamış, isteyen istediğini giymiş, isteyen Türkçe konuşmuş, isteyen Rumca konuşmaya devam etmiş. Kimisi yeni harfleri almış, kimisi eski harflerle yazmış. Köyün ihtiyarları ise parmak sayarak kendi halinde geçinip gitmişler.

Her ne kadar Rumlar, Rum’dan Rum’a Türkler de Türk’ten Türk’e kampanyasını başlatsalar da herkes kendi halinde idi kim kimden ne bulursa alıyordu. Çünkü onların kitabında açlığın ve tokluğun Rum’u Türkü diye bir şey yoktu. Toprağın veriminin milliyetçilikle alakası yoktu. Çıkan iki torba samanı eşeğe yükleyip Değirmenlik’te satar, aldığı iki şilinle şehirden çocuğuna ayakkabı alırdı. Bu alışverişin de, köylünün de milliyetçilikle alakası olmazdı. Onlara sorsan milliyetçilik karın doyurmaz ve yıllarca kurak gitmiş bu memlekette bu belayı da milliyetçilik yenemezdi. Ha bir de konuştuğu neydi ki; ne duymuştu ki; onu konuşacaktı. Avuç içi kadar yerde, yıllarca kullanılan kelimelerin hangisi Türkçe hangisi Rumca onu bile bilmezlerdi. Konuşmaya Türkçe başlanır, Rumca bitirilirdi, konuşmalara bazen Latince bazen de İngilizce karışırdı. Anlaşmak kolaydı yani.

Hemen hemen bütün yaşlılar çarşaf giyiyorlardı. Kara, lacivert çarşaflar. Öyle görmüşler, öyle giyinmişler, ne komşuları ne bir başkası, kimse kimseye ne giyiyorsun, niye giymiyorsun demezdi. Gençler istediği gibi giyinir, denize mayoyla girilir, modası geldiğinde mini etek de giyilirdi. Yani ana kızına, kızı anasına karışmazdı. Milliyetçilik ne kelimelerde, ne kıyafette ne köylerin adlarında yoktu. Asırlar önce ismi ne ise, benzerce değişmiş ve öyle kalmış. Ta ki 1950 gelip iki tarafın da milliyetçilik akımlarıyla çalkalanmasına kadar.

Günlerden bir gün, bir adam gelir adaya, kim getirirdi, kim götürdü, bilinmez. Daha doğrusu, benim köylülerim bilmez. Devlet getirdi derler. İşte bu adam köye gelir, bir teşkilat kurar. Köyün gençleri koşar, gider yazılırlar teşkilata. Gelen adam hiç unutulmaz, hele de yaşlılar hiç unutmaz adını. Köyün yaşlı kadınları ölene kadar ismini söyleyip durdular.

CELAL HORDAN.

Bu adam köye gelir ve köy kahvesinde ateşli bir konuşma yapar. Bu öyle ateşli bir konuşmadır ki köylüler galeyana gelir, hemen kararlar alınır, bununla kalmaz, kararlar uygulanır.

- Rumca “gusbo” demeyeceksin, dedin mi iki şilin vermek zorundasın,
- Başka “ela” demeyeceksin, tamam demezler, iyi ki onun Türkçesi var “ela” yerine gel diyebilirsin.
- Ama “piron” yerine ne denecek ki. Çok düşünürler ona da çare bulurlar. Bazıları küçük “diyren” der, bazıları da “yaba”, bazıları da hiç umursamaz bildiği gibi “piron” der,
Etrafta gençlik teşkilatı kol gezer iki şilini toplamak için. Amma… Kimden toplayacak; amcasından, babasından, halasından hani bazen de kendisinden.
- “Bir daha olmasın aman dikkat et” deyip geçerler. 
Yaşlı köylüler birbirine sorarlar:
-  Yahu bizim eşeğe “işşo” desek Rumca mı? Peki, bunun Türkçesi yok mu?
Onu da öğrenirler Celal Hordan’dan ama eşek bu, yıllardır
- İŞŞOOOO!!! Diye öğrenmiş,
bir günde
- ÇÜŞ!!!

denmesini nasıl öğrensin, yine de korka korka işşoooo derler ama alçak sesle. Kimse duymasın diye de dua ederler.

Devam edecek