“Nefret öğrenilir... Nesilden nesile birikmiş öfkedir...”

Sevgül Uludağ

Eylem Özkaramanlı

Nefret öğrenilir... Nesilden nesile birikmiş öfkedir... Bu öfkeyi bitirebilmek, nefret zincirini kırmak   yine bize kalmıştır. Sabah düşünceleri...

Bugün Sevgül Uludağ’ın iki paylaşımını okudum... 1958’de öldürülen Rumlar ve Türkler... Bir durdum düşündüm nerelere nerelere gittim... Bu ülke neler gördü... Atalarımız neler yaşadı... Belki bizi korumak için sustu çoğunluğu - en azından benim etrafımdaki insanlar diyeyim lakin ailemden hiç nefret görmedim, ne da beni bu konuda yönlendirecek bir çaba-....

İlkokulda “Barbarlık Müzesi”ne götürüldüğümüz ve kustuğum aklımda ama.... Çocuktuk! İçimizde nefret yoktu, biz okulla geziye gideceğiz heyecanındaydik.... Her 21 Aralık saklandığımı, asılan resimlerden kaçtığımı hatırlarım... Bu da benim kendimi koruma taktiğimdi herhalde çünkü bu yaşıma geldim halen kaçarım göremem... Ne işkence ile ilgili okuyabilirim, ne de dinleyebilirim....

Çocuklara savaş resmi, ölüler neden gösterilsin ki? Nefret öğretisi değil midir bu? Anlat işte tarihi... Savaş kötüdür de, bak bu kadar insan öldü... İki taraftan da öldü... Bu bir yarış değil! Savaş kötü, nokta. Herkes kendi yaşadığını bilir. Çok çok acı yaşandı, çok çile çekildi, çok bedel ödendi. Savaş suçluları, sebepleri de ortada... Affedebilenler sustu belki, affedemeyenler konuştu, kin büyüdü... Keşke daha çok paylaşılsaydı, yaraları birlikte sarabilseydik.... Yaralar sarılsaydı, açık kalmasalardı, belki öfke zinciri de kirilirdi kim bilir.... İnsanların acıları da kullanılmazdı... Pazar sabahı için çok ağır bir konu ancak hazmedemiyorum, geriden de olsa kendi fikirlerimi yazayım ben... Ailesi öldürülen içi haklı olarak öfke dolu bir insana kalkıp da sakin ol denmez tabii! O konuşacak, söyleyecek, bize dinlemek düşer. Ona ancak şefkat gösterilebilir... Elimizden ne gelirse artık, yalnız hissetmesin kimse... Yanında dur, bir tas çorba, maddi yardım ki yoluna devam edebilsin savaş sonrası.... Öfkeye öfke ile yaklaşırsak daha da büyümez mi? Alevlenmez mi? Sen çektin, onlar da çekecek.... Biz daha beterini yapacağız... Kana kan... Savaş!.... Bu muydu allah aşkına istediğimiz?

Yıl 2022 ve halen aynı akıl nizam devam.... Rusya örneği ortada.... Mantıksızlık diz boyu ve bütün dünya kaynakları boşa akıyor... O kadar para, emek, insan..... Başımıza getirdiğimiz politik karakterler belirliyor aha herşeyi... Memleketin geleceğini da.... Bizimkini de!... Peki ne yapalım? Sizce? Susalım akışına bırakalım, su akar yolunu bulur müdahaleye gerek yok desem? Ya da konuşalım... Düşünelim sorgulayalım ve konuşalım.... Herkes bir ucundan tutsun.... Problem var ise, çözümü de vardır, mutlaka vardır... Probleme değil, çözüme odaklansak hepimiz... Ben anlamam cidden politikadan, hiç çözüm önerisi da sunmayacam ama ben da halk takımındanım... Yazmaya da devam edecem yılların birikintisi oradan batıp burdan çıkayım azacık platform bulmuşken.... Güzel bir gün dilerim...


Nazan Maksudyan’dan “Türklüğü Ölçmek...”

“Burada "ölçme" ile kastedilen, pozitivist bilimin 20. yüzyıl başındaki prestijinden yararlanarak insan kafatasının, kemiklerinin, alın açıklığının ve benzeri beden parçalarının ölçülmesi ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yıllarında bu bilimkurgusal antropolojinin "bilimselliğine" dayanarak "ırkın" bir gerçek sayılması, gerçekmişcesine kullanılmasıdır. Hiç bir insanın ayağına tam gelmeyen, masal kahramanlarına yaraşır, camdan bir ayakkabıdır bu tasarı. Ama bu debdebeli fantastik ayakkabı (ölçü) bir işe yaramıştır: Batı ile onun terimleriyle aşık atabilmek, Batı karşısında "ezeli ve ebedi bir millet" olarak rüştünü kanıtlamak, içerde ise birilerini aşağılamak, etnik ve dilsel çeşitliliği homojen bir kalıba dökmek... Bu ölçme tutkusunun giderek kimin daha Türk, ya da kimin daha vatansever olduğu yargılarına vardığını biliyoruz.

Nazan Maksudyan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun "vatandaşlık" temelinde olduğu iddiasının sadece kağıt üzerinde kaldığını, çünkü ırkçılığın Türk milliyetçiliğine sonradan dahil olmuş, onu bozunduran bir sapma ya da istisna olmadığını, tersine, Türk milliyetçiliğinde daha en baştan güçlü ırkçı tonlar bulunduğunu düşünüyor. İncelemesine konu aldığı Türk Antropoloji Mecmuası'nın devlet destekli bir girişim olarak bunun özel bir örneği ve kanıtı olduğunu gösteriyor.”

Türklüğü Ölçmek – Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi -  1925-1939

Yazan: Nazan Makdusyan

Metis Yayınları

4. Basım: Aralık 2021


Savaş döneminde tecavüze uğrayan kadınların travmalarını aşmak için verdikleri mücadeleyi anlatan bir film: “Travmamdan fazlasıyım...”

Murat Türker

Farklı etnik gruplara ait halkların iç içe yaşadığı Yugoslavya’da savaş çıktığında tecavüz stratejik olarak uygulanmıştı. Aynı köyde veya mahallede yaşayan komşuların veya arkadaşların bile birer tecavüzcüye dönüşmesi bir yana, aile içinde din veya mezhep farklılıkları yüzünden inanılması güç dinamikler yaşanmıştı.

Savaş sonrası birçok kadın travmasıyla tek başına kalmış, hatta bazıları muhtelif suçlamalarla aşağılanmış, dışlanmış ve toplum dışında yaşamaya mecbur bırakılmıştı.

Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen savaşta tecavüze uğrayan ve muhtelif biçimlerde işkenceye tabi tutulan kadınlar travmalarını atlatmakta fazlasıyla zorlanıyor.

Uzmanlardan müteşekkil bir rehabilitasyon grubunun mevzubahis kadınları güçlendirme programında yaşananlar tecavüzün ne kadar derin izler bıraktığını bir kez daha gözler önüne seriyor.  

Kadın sinamacı Vedrana Pribačić’in yönettiği Travmadan Büyük (Veće od traume/Bigger than trauma) adlı belgesel mevzuya parmak basarken erkeklerin tecavüz ettiği kadınların meşakkatli yolculuğuna eşlik ediyor.

2022 Hırvatistan yapımı 90 dakikalık film, ülkesinde muhtelif ödüller kazandı, Toronto’nun prestijli Hot Docs Festivali'nde yer aldı.

Tecavüz ve işkence mağduru kadınların psikolojik sağlıklarına tekrar kavuşabilmesi için tatbik edilen “Travmamdan çok daha fazlasıyım” adlı program seyirciyi bilinmezliklerle dolu karanlık bir dünyaya sürüklüyor, yakalanması neredeyse imkânsız somut verilerin yokluğunda kaybolan ruhların acısına ortak ediyor.

Filmin odağına aldığı coğrafya Hırvat ve Sırp halklarının beraber yaşadığı Yugoslavya’nın merkezî bölgelerinden biri. Aynı dili konuşan, aralarında sadece mezhep farkı olan iki halkın birbirine karşılıklı barbarca davranışı dışında, kadınların etnik aidiyetlerinden bağımsız olarak erkek savaşçıların kurbanı olduğunu görüyoruz.

Belgeselin takip ettiği rehabilitasyon grubundaki kadınlardan Sırp kökenli tek katılımcının ister istemez kendini azınlıkta hissetmek gibi alınganlıkları gayet anlaşılır. Fakat seanslar ilerledikçe gerginlikler azalıyor, kadınlar güçlendikçe, ruhları temizlendikçe, birbirlerinin farklılıklarını kabul ederek uyumun, huzurun, barışın geleceğini dillendiriyorlar.

Belgeselde yakından takip ettiğimiz tecavüz mağduru kadınlarla birlikte bizim içimizde de, iyileşmenin nereden başlayabileceği hususunda en başından itibaren şüpheler doğuyor. Hatta seansları yürütenlerin samimiyeti ve profesyonelliği hakkında kuşkuya bile kapılabilirsiniz.

Neyse ki yıllar boyunca kimseyle paylaşılamamış, sır gibi saklanmış acı gerçeklerin yüksek sesle dile getirilmesi, ilk adım olarak faydasını gösteriyor.

Katılımcılardan biri artık kimseye güvenemediğini, savaşın güven duygusunu yitirmesine sebep olduğunu söylüyor. Kimisi kendini hiçbir yere ait olmayan bir ördek yavrusuna benzetiyor.

Küçük bir çocuk gibi travmasıyla yüzleşmekten geri durduğunu, belki tam da bu yüzden travmanın tekrar tekrar yaşandığını belirten de var.

Toplumun onları utanç duygularıyla ezdiğini, korkunun bir türlü silinmediğini ifade ediyor, tecavüzün bir savaş stratejisi olarak tatbik edildiğini söylüyorlar.    

Üstelik adalet bir türlü yerini bulmadığı için tecavüzcüleri ve işkencecileriyle sokakta karşılaşmaya devam etiklerini de belirtiyorlar.

“Savaşlardan sonra gazilerin hikâyeleri çok anlatılır; kadınlar hakkında nedense pek konuşulmaz…”

Köylerine hırsızlık ve talana gelmiş silahlı çapulcuların kendi ırkından kadınları korumaktan âciz olmaları bir yana, onları köleleştirerek çirkin emellerine uzun süreler boyunca alet ettiklerini de öğreniyoruz.

Başlarda pek de verimliymiş gibi görünmeyen seanslarda, unutulmak istenen tecavüz travmasının aslında kadını kendinden ayırdığını, muhtelif hastalıklara dönüştüğünü ve çözülmesi imkânsız bir düğüm gibi hayatları zapt ettiğini görüyoruz. Travmanın tekrar tekrar yaşandıktan sonra sürecin tamamlanması gerektiğini söyleyen uzmanlar öznelerine yaklaşmakta zorluk çekseler de zamanla mesafe katediyorlar.

Etrafında sadece karanlık gören, mutlu olmaktan korkan, öfkesini bir türlü yenemeyen, endişeli ruh halinden kurtulamayan ve sakinleşmek istemeyen kahramanlarımız yavaş yavaş adeta şifa buluyorlar.

Ne de olsa herkesin aslında her şeyi bildiği ve dikkatle sakladığı toplumsal yalan dinamiği çoktan deşifre edilmiş vaziyette.

Bir zamanlar ellerinden gurur ve haysiyetleri alınmış kadınların daha iyi bir istikbal için ileriye bakabilme gücüne tekrar sahip olabildiğini görüyoruz.

Temasın, el ele tutuşmanın, birbirine sarılmanın, şefkatle yüklü bedenlerin sıcaklığını karşılıkı hissetmenin gücü adeta perdeden taşıyor; güven duygusu aşılamanın, empatiyle dolup birbirini desteklemenin ve dayanışmanın faydası bir kez daha ispatlanıyor.

Böylesine hassas bir mevzu binbir engele rağmen işlenirken, gönül isterdi ki film sona yaklaştığında kahramanlarımızdan birinin çok özel duygusal açılımı sırasında kendimizi beklenmeyen misafir gibi hissetmeyelim.

Mahrem olanı ifade etmekte seneler boyunca zaten zorluk çekmiş kadına resmen sokulmuş kamera yüzünden seyirci adeta kontrpiyede kalıyor; bir sır gibi saklanmış mazideki korkunç olaya vâkıf olması beklenen seans arkadaşlarından tek bir kadın söz konusuyken, filmi izleyen herkes ortak ediliyor.  

Filmin sonunda bizi üzen bir ek bilgi, erkek tecavüz mağdurlarının da katıldığı dördüncü rehabilitasyon seansından sonra ne yazık ki güçlendirme faaliyetlerinin ödenek eksikliğinden askıya alınmış olması.

Tabii ki en mühimi, belirli bir sayıda olsalar da, hür olmayı hak etmediğini düşünen fertlerin özgürlüklerini doyasıya yaşamaya başlamaları, değişimden korkmamaları, travmaları geride kalmış bir yaşamdan dolu dolu zevk almayı öğrenmiş olmaları.

Çünkü onlar travmalarından daha büyük olduklarının farkına varmış insanlar!

(BİANET.ORG – Murat TÜRKER – 28.5.2022)