NE YAPMALIYIZ?

Tacan Reynar

Ben kimim diye başlayan bir soruya verilecek belki çokça yanıt vardır. Kendinizi alıp, büsbütün, etten ve kemikten, duygularınız ile fikirlerinizden oluşan bir yığını masanın üzerine koysanız, önünüzde duran yığına dönüp baksanız karşılaşacağınız şey nedir? 

Gündelik yaşamın içinde bir o duvara bir bu duvara çarpıp, hatta ve hatta yürüyüp aynı yere döndüğümüzü görmek... Sıklıkla yaşarız. Yürümekle yollar tükenir mi ki? Elbet tükenmez de... Ancak o yolda kesif bir yalnızlığa düşer, hava kararır ve boğucu bir sisin ortasında kalırsanız o yollar biter, verdiğiniz bütün mücadele sona erer ve tükenirsiniz.

Bir duvara yazılan “insan” kelimesi, sıvanın altındaki öz, o özün içindeki başka bir öz, duvarın yıkılıyor oluşu ya da sıvanın düşmesi... Aslında bedenin çürümesi, gün be gün yaşadığımız şey değil mi? Geçen her salise makus talihimize doğru bir adım daha yaklaşıyoruz. O toprak bizi bekliyor, biliyoruz, belki gerçekle yüzleşmekten kaçmak bir tedavi biçimidir, bence sadece bir kandırma hâli: Kendimizi.

Bir gün gelip bitecek her şey. Hepimiz için ne kapılar açılacak artık, ne yeni güneşler doğacak, yağmurun kokusunu içimize çekemeyeceğiz ve bir daha bir çocuğun başını okşayamayacağız. Uzayıp gidebilir bu saydıklarım, hayattaki derdiniz ne ise ve ne için yaşıyorsanız o kadar uzun olacak özlemleriniz.

Biliyoruz, burada hayatımız aynı manşetleri okuyarak, siyasi sorunları konuşarak ya da gittikçe yok olan geleceğimizi seyrederek geçti ve geçiyor. Sadece bir boyun eğme hali içinde olan ya da yapabilecek bir şey yok diyen yığınların gittikçe daha fazla arttığı, ne yaparsak yapalım bir türlü özne olma iradesini elimize alamadığımız zamanları yaşıyoruz. Yavaş yavaş, gün be gün kendi ömrümüz gibi toplumsal varlığımızın da ahir zamanlarına varıyoruz.

Zamanın ruhu bizi tüketiyor. Hepimizin bildiği gerçekleri yüksek sesle söyleyenleri bizler ancak fısıldaşmalar ile destekliyoruz. Aynı düşünüyoruz, farklı davranıyoruz. Kapalı kapılar ardında sinik kalmış siyasi söylemlerimiz, cebinden korktuğu için sesi çıkmayan dostlarımız, lüks yaşamına bir nebze zeval gelecek diye tir tir titreyen insanlarımız var. Bizi bu kadar korkutan nedir?

İnsan ne için yaşar, sen neden yaşıyorsun?

Bir dostum sordu: “Ne yapabiliriz?” diye. Hepimizin içinde büyüyen bu soru işareti ve artık bir cevap bulmalı. Kimisi için öğrenilmiş çaresizliğin bir görüngüsü olarak ayakları dikip sahilde batan güneşin ve esen meltemin keyfini çıkarmak tercih olarak dururken, içi yananlar için eyleme geçmenin gerekliliği gün gibi ortaya çıkıyor. Sesimizi yükselterek ayıya dayı diyenlerden olmamak, kralın anadan üryan olduğunu yüksek sesle söylemek gerek. Kendi ülkemizde izlenecek siyasete dair dış güçlerin ürettiği yolları reddetmeyi, sorunlarımızla tüm Kıbrıslılar olarak mücadele etmeyi öğrenmeyi ve bizi kendi kaderimizi belirlemek için oturduğumuz masada edilgen hale getirmeye çalışanlara gerekli cevabı vermeliyiz. Önce gerçekleri söylemekten çekinmeden yapmalıyız bunları. Küçük statükolardan sıyrılıp gerçeklerin etrafında buluştuğumuz, Kıbrıs’ta toplumların kurucu özneler olduğunu, sair güçlerin ise burada misafir olduklarını söylediğimiz vakit, ağzında sakızla aynı şeyleri geveleyen siyasilerden de kurtulmanın vakti gelecek. Oluşturulacak yeni bir yapıda söz söylemesi gereken yegane unsurlar Kıbrıslılardır. Bizim toplumsal gücümüz var mıdır? Bu soruya vereceğin cevap “Sen kimsin?” diye soranların gözlerinin içine bakarak vereceğin yanıtla doğrudan bağlantılıdır. Bedeli ne olursa olsun bizi edilgen yapan bütün iktidar odaklarıyla hesaplaşmalıyız

Bu ülkede nefes daralıyor.

Derin bir uyku hali içinde olanlar ise çoğalıyor. Ölü toprağı üzerine serpilmiş bir toplumun günün sonunda kaç kişi kalacağını merak ediyorsak, ileride oturup hesaplar, yeniden yazarız.

Ancak şimdilik erken. O yüzden o kapalı kapılar ardında söylediklerimizi yüksek sesle söylemek vaktidir. 

Ne zaman sona ereceği bilinmeyen bir hayatta doğruları ve gerçekleri söylemekten öteye insani bir amaç var mıdır?

Kafkaesk bir romanın kahramanlarıyız biz. Dağlarımız kıyıma uğrarken, yanındaki bayrakları ışıl ışıl parlatıyoruz. Lefkoşa’nın orta yerinde meclis dururken, talimatlarla yönetiliyoruz. De-facto, de-jure derken sınır kapılarının açılışı ile bayram coşkusu yaşıyoruz. Bütün bu hikayede, yavaş yavaş havası boşaltılan bir balon gibi, içine hapsedildiğimiz bu fanusta toplumsal mücadelemizi de kaybediyoruz.

Özgürlüktür insan, düşündüğünü söyleyebilmesidir, yazabilmesidir özgürce, gerektiğinde haykırabilmelidir zulmü ya da ifşa edebilmelidir zulmedeni korkusuzca.

Özgürlük bir problemdir, çözemediğimiz bu topraklarda.

Biz çözülürken hâlen cevabını bulmaya çalıştığımız bir sorudur.

Tıpkı, “ne yapıyoruz”un cevabının müphem olduğu, “ne yapmalıyız?”ın cevabının “enkaz-ı beşer” olmaması gerektiği gibi. Bunun için de hep beraber olmalıyız, yalnız kalmamalıyız hiçbirimiz.

Ne demiş şair o çok sevdiğimiz şiirinde: “Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”*

 

*Nazım Hikmet, “Kerem Gibi” şiirinden.