Mertkan Hamit
mhamit@gmail.com
Tartışmaya başlamadan bu yazı ortaya çıkmasında özellikle okuduğum iki yazının etkisinin büyük olduğunu belirtmeliyim. Bunlardan ilki Gaile Dergisi’nin 194. sayısında Tufan Erhürman’ın Nasıl Bir Sol Partiye İhtiyaç Var? başlıklı yazısıdır. Uzun zamandır benim de içten içe sorguladığım birçok konuya yönelik öneriler içerdiğinden dolayı bahsi geçen yazı yazı benim için yüksek öneme sahiptir. Bu yazı ile Erhürman ile benzeri bir minvalde kendi görüşlerimi ortaya koyarak başlatılan tartışmayı bir adım ileriye taşımayı hedefliyorum. Bunun yanında Mustafa Öngün’e de bir atıfta bulunmalıyım. Çünkü bu yazının ortaya çıkmasında kaleme almış olduğu ‘Kuzey Kıbrıs’ta sisteme alternatif düşünmenin toplumsal ve ahlaki engellerini anlamak’ yazı dizisinin de büyük bir etkisi var.
“Hepsi aynıdır!”, “Bu memlekette bir şey olmaz!” gibi tepkisel olan ve son kertede toplumdaki yansımasının apolitizasyon olduğu gün gibi ortadadır. Bu noktada bu çıkışlar konusunda tarafların neden ısrarcı olduğuna bir anlam veremediğimi ortaya koymalıyım. Bana göre paragrafın başında verilen tepkinin sosyalist bir tahayyüle yönelik bir açılıma dair bir istek belirtmediğini de söylemeliyim. Reaksiyon merkezli kurgulanacak bir söylem ile acınacak bir öznenin temsilcisi olarak siyaseten var olmaya çalışmanın neye/kime karşı bir direnç oluşturacağı bence oldukça muğlaktır.
Değişimin siyasetsiz mümkün olmayacağının altını çizerken, yazının kalanında tüm bunlara dair henüz olgunlaşmamış olan arayışlarımı ortaya koymaya çalışacağım.
1. Amaç ve Araç
Eğer bir strateji oluşturmaktan bahsediyorsak ve bunun sosyalist olduğuna dair bir hedefimiz varsa, önce amaç ve araçları belirlemek gerekmektedir. Amaç ve araç karmaşası bana göre sosyalist bir strateji oluşturmaktan yana tavır koyan birçoklarının düştüğü bir hata haline gelmektedir.
Kıbrıs’ta var olan mevcut koşulları, bulunduğu coğrafyadaki koşulları ve evrensel olarak sol arayışları eş zamanlı olarak düşündüğümüzde siyasi boyutta mümkün olan, tabandakileri temsil etme potansiyeli olan radikal bir demokrasidir.
Temel insan haklarına saygılı, bir arada yaşamı savunan, katılımcı olan, ırkçılığa yer vermeyen, milliyeti ve doğum yeri ne olursa olsun insanların potansiyelleri dâhilinde ekonomik durumları farketmeksizin eş fırsatlara sahip olabileceği bir yapı amaç olarak görülmelidir.
Bunun sağlanması için ise radikal bir demokrasiye, yani meclisin dört duvarı arasına sıkışmayan bir politikaya ihtiyaç vardır. Radikal demokrasiye ihtiyaç var diyorum çünkü böyle bir yapı ancak demokrasinin oy verebilmenin ötesinde kurgulanması ile mümkündür.
Radikal bir demokrasi arayışındayım çünkü örgütlü olan bir toplumun yaratılmasına yönelik bir istencin demokratikleşme çalışmasını merkeze almadan belirlenmesi halinde sosyalist bir ideale doğru yürümenin mümkün olduğuna inanmıyorum. Tüm kademelerde demokratikleşmeden örgütlü bir yapının kurulması sekter ve otoriter bir yapının doğmasına sebep olacaktır. Bu yüzden demokratikleşme olmadan sosyalist stratejinin uygulanabilir olması mümkün değildir.
Siyaseten sosyalist bir stratejinin ana hareket noktası radikal bir demokrasi iken, ekonomik olarak ise adalet merkezinde kurgulanmalıdır. Hiç şüphe yok ki, 1974 yılında yaşananların yanında bir de adadaki döngüsel kapitalist yapı bertaraf edilerek patronaj ilişkilerine dayalı bir biçimde ekonomi yeniden tesis edilmiştir. Bu sırada ekonomide adalet mevzusu da rafa kalkmıştır. Öyle ki sosyalistler bir kenara, adadaki Türk milliyetçisi birçok insanın dahi, mevzubahis mülk olduğunda adil bir ekonomik yapının kurulamadığına dair bir söylencesi süregelmiştir.
Piyasa ekonomisinin reddine dayanan gelenekçi sol söylemin mevcut kapitalist ekonomik ilişkilere yönelik bir direnç noktasını oluşturmayacağı ortadadır. Üstelik anonim şirketlerin ‘rasyonel’ bir biçimde ekonomik krize sebep olmasına rağmen hala daha meşruluğunu yitirememiş olması iktisadi olarak gelenekçiliğe değil, yenilikçi bir anlayışa ihtiyaç olduğunu yeniden ortaya koyuyor.
Wall Street’i İşgal Et hareketi ile başlayıp geçen yıl yüzlerce insanın çadırlarda kapitalizme karşı direnişi ‘ Yüzde 99’u temsil ediyoruz’ diyerek kurgulayanların bugün salt redde dayanan taleplerinin de daha çadırlardan ileriye taşınamamış olması yürek burkan bir gerçek olsa da olumlu bir sonuç yaratmıştır. Yapılan bu eylemler sıradan insanların adil bölüşüme dair net bir talebinin olduğunu ortaya koymuştur. Bu eylemler olmasaydı bu talebin yüksek sesle dile getirilip küresel anlamda tartışılması mümkün olmayabilirdi.
Bu bağlamda, bugüne kadar solda cemaatçi bir anlayışa mahkûm olan kapitalizme karşı direnişin öncelikle örgütlü zümrelerin ötesinde kurgulanması gerektiği üstte verilen örnekte de ortadadır. Adalet ve adil bölüşümü merkeze alacak olan bir ekonomik politika geleneksel neoliberal ekonomik politikalara karşı alternatifsiz bir reddi içerdiği sürece dönüşümü kurgulama potansiyeline sahip olmayacaktır. İşte bu yüzden sosyalist bir stratejinin ekonomide adil bölüşüm merkezinde oluşması olmazsa olmazdır.
Unutulmaması gereken bir nokta daha var. Bugün ne sendikaların ne de emekçilerin mevcut şartlar altında patronaj ilişkilerinin altında oluşturduğu hak mücadelesi sosyalist bir hedefe yürümeyi taşıyacak güçte değildir. Emeğin üretimden yabancılaşmış olması, emeğin niteliğinin önemsizleştirilmesi gibi koşullar altında sadece iktidara değil sendikalara da eleştirel bir bakışla bakıp, adaletli bir ekonomi için kendi rollerinin ne biçimde oluşturulması gerektiğini belirlemeleri son derece gereklidir.
Bu nedenden dolayı hedeflenen amacın adalet merkezli bir ekonominin tesis edilmesi ile olmalıdır. Bu noktada adaletsiz olarak oluşturulan menfaat ilişkileri, patronaj sistemine dayalı kazanımlar, feodal ilişkilerden dolayı istihdam yapmak ya da talep etmek ise amacı araçsallaştıracak bir hareketten başka bir şey değildir.
Siyasi veya ekonomik açıdan amacın araçsallaştırılması statükonun devamını getirir. Bu noktada ister parti ister sendika olsun, sadece mevcut yapının devamını savunacak olanların sosyalist bir tahayyülün bayrak taşıyıcısı olması mümkün değildir.
2. Nasıl Bir Örgüt ?
Kıbrıs’ta siyasete olan güvenin düştüğü ortadadır. Öyle ki yeni partiye ihtiyaç olduğunu söyleyenlerden, siyasi partilerin değil sivil toplumun değişimi sağlayabileceğini söyleyenler de revaçtadır.
Ben mevcut toplumsal yapıyı dönüştürebilecek potansiyelin son kertede hala daha siyasi partilere hâsıl olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de sivil toplumun rolünü bir tür baskı grubu ve dönüşümün motoru olarak görüyor olsam da, son tahlilde halkın tümüne baktığımız zaman değişimin meşru temelinin siyasi partiler sayesinde sağlanacağına inanıyorum. Bu yüzden zaman zaman sivil toplum ve kitle hareketleri tarafından yaratılan dinamiğin ancak siyasi bir partileri de etkileyerek yürütüldüğü sürece toplumun tamamına yansıyan bir dönüşümü getirebileceğine inanıyorum.
Bu şartlar altında; 1) Düzeni değiştirmeden vesayeti sürdürecek bir vizyon 2) Popülist bir söylem üzerinden politika yapacak olan bir parti, alternatifi temsil etme gücüne haiz olamaz. Ekonomik olarak adalet temelinde hareket etmeyen veya Kıbrıslı Türk veya Kıbrıslı milliyetçiliği yaparak kendini kabul etmeye çalışan bir örgütün de sol adına alternatif olmak için yanlış bir yolu izlediğine inanıyorum. Bu sebepten politika yapacak olan örgütün her şeyden önce fırsatçılığa mahal vermemesi, popülist bir söylemden uzak durması ve milliyetçiliğin her halinden kaçınması gerekir.
Özellikle solun uzun yıllar kendini kimlik mücadelesi olarak kurgulaması ve dayatılan Türk milliyetçiliğine karşı Kıbrıslılığı koyması bugün ulusalcı sol bir söylemin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Kıbrıslı olmanın gurur duyulacak bir tarafı olmadığı gibi, Kıbrıslı olmayanı ötekileştirerek her meseleyi nüfus meselesi olarak görmek de yaşanan problemin esas kaynağından uzaklaşarak, sosyalist bir stratejinin ötelenmesine sebep olur.
Bunun yanında sosyalist bir dönüşümün örgüt/parti fetişizmiyle gelmeyeceği de aşikârdır. Sosyalist bir dönüşüm için toplumsal olarak farklı düşüncelere sahip olan insanların kendi inanç ve beklentileri doğrultusunda çeşitli biçimlerde örgütlenebileceğini sindirebilmelidir. Bu yüzden ne siyasi görüşlerin ne de örgütlerin tektipleşmesi gerçekçidir.
Belli bir genel çerçevenin dâhilinde sayabileceğimiz örgütlerin var olan farklılıkları bir görüşün diğer görüşü mağlup etmesi üzerinden oluşturmasıyla politika yapmayı ise beyhude olduğunu düşünüyorum.
Kendini öteki üzerinden var ederek oluşturulacak siyasi kimliğin, gelişmemiş olduğu ve sürdürebilir olmayacağı aşikârdır. Bu yüzden genel anlamda değerleri belirlendikten sonra tek bir görüşün merkezinde takılıp kalmayan, var olan diğer örgütlerle asgari müştereklerini sürdürebilir kılacak kadar kendinden emin bir örgüt sosyalist bir amacı sağlamak için aday olabilir.
Sonuç Yerine: Kime ve Neye Karşı Mücadele?
Belki de sosyalist strateji ile ilgili en çetrefilli konu kime veya neye karşı mücadele edileceği noktasındadır. Bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde verilecek olan sosyalist mücadelenin kime karşı verileceğine dair farklı bakış açıları mevcuttur. Bunları kabaca 1) Mevcut KKTC İktidarı 2) Türkiye Cumhuriyeti 3) Genelde batı hegemonyası özelde ise Türkiye Cumhuriyeti şeklinde üç ana gruba ayırabiliriz.
Ada’nın mevcut şartlarını göze aldığımızda Türkiye Cumhuriyeti’nin adada yarattığı sivil ve askeri güç yadsınamaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin adadaki patronaj ilişkileri üzerinden kendini var ettiği gün gibi ortadadır. Bu noktada adadaki menfaat merkezli siyasi ve ekonomik yapıya karşı durabilecek bir strateji gerekliyken, sadece iktidar olmak uğruna Kıbrıs’ın kuzeyine ekonomik paket adı altında uygulanan neoliberal sistemin dayattığı adaletsiz ekonomik reçetelerin doğrudan veya farklı kılıflarla uygulanması da çıkar yol değildir.
Bu noktada sosyalist strateji salt egemen güçlerin buyurduklarını düstur edinip sorgulamadan kabullenmek değildir. Egemen güçlerin buyurduklarına karşı gelirken, izolasyoncu bir yaklaşımla kendi cemaatine hapsolmak ise yine benim için bir anlam taşımamaktadır. Tahakkümü elinde bulunduranların da karşılarında daha adil ve eşitlikçi bir düzen için mücadele edebilmek için onların alanına dahil olmak gereklidir. O alana dahil olunduğu zaman karşı-hegemonyayı oluşturmak için alan ortaya çıkacaktır ve aslında bu diyalektiğin ta kendisidir.
Bu yüzden adadaki egemen odaklarla diyaloğun kesilmesi mevcut şartlar altında izolasyoncu bir yaklaşımla kendi cemaatine hapsolmak gibi bir sonuç yaratabilir. Üstelik burada cemaat ile Kıbrıslı Türkleri değil, daha dar anlamda bir grup insanı belirtmek istiyorum. Bu noktada yıkıcı nitelikte özel koşullar oluşmadığı sürece diyaloğun sürekliliği ve denk bir iletişimin tesis edilmesi de gereklidir.
Belki de karşı mücadele ilgili verilecek en bariz örneğini bugün Türkiye topraklarında yaşıyoruz. Türkiye’de Kürt konusu ile ilgili olarak başlayan yeni süreç umut vericidir. BDP’nin meclis içinde derdini anlatabilmesi, Abdullah Öcalan’ın uzun zamandan sonra sorunun çözümüne dâhil edilmesi radikal bir demokrasinin geleceğine dair bir umut zerreciği olarak ortadadır. Hiç şüphe yok ki, bugün ne meclisteki BDP ne de İmralı’da tutsak olan Abdullah Öcalan diyalog kurarken egemen görüşün piyonu haline gelmiştir. Tam tersine toplumun daha geniş kitleleri tarafından meşru bir zemine doğru yol almaya çalışmaktadırlar.
Yazının başında belirttiğim gibi gelişmemiş bir düşünceler silsilesi olan bu yazı da Kıbrıs’ta sosyalist bir stratejinin yol haritasını ortaya koymaya çalıştım. Ön yargılardan ve kavgalardan uzak durarak paylaştığım bu fikirler ancak okuyucunun da bu ön yargı ve kavgaları bir kenara koyması ile mümkündür. Sanırım bu da yaşadığımız koşullarda en acil ihtiyacı temsil etmektedir.