“Milliyetçiliğin bizi hangi cehenneme götüreceğini bilmiyorum…”

Sevgül Uludağ

Hristos Zanos

(Çok değerli arkadaşımız, ünlü tiyatro yönetmeni Hristos Zanos, 2 Nisan 2025’te kendi sosyal medya sayfasında paylaştığı yazıda, “Milliyetçiliğin bizi hangi cehenneme götüreceğini bilmiyorum” diyor. Yazısını değerli arkadaşımız Dr. Bekir Azgın Türkçeleştirerek kendi sosyal medya sayfasında paylaştı. Biz de okurlarımız için sayfamıza alıyoruz, teşekkürlerimizle… S.U.)

Milliyetçiliğin ayak izleri…

İğrenç su birikintisi içinde...

Kıbrıs'ta milliyetçilik sadece son iki ulusal yıldönümü kutlamalarında kendini  göstermedi.

Milliyetçilik çok derin kökleri olan ve çok eskilere giden bir olgudur.

Her yeni ayaklanışında da Kıbrıs'a psikolojik ve fizyolojik yaralar açmaktadır.

1. 1950'li yıllar: Korkunç boyutlarda bir patlama!

Enosis için referandumla başladık, onu Grivas, Makariyos ikilisinin silahlı mücadelesi izledi, uzunca bir süre tamamen anti-komünist bir mücadeleye dönüştü, daha sonra 1958 yılında ilk toplumlararası çatışmalara giriştik ve 1959-60 yıllarında bazı organları eksik olan bağımsızlığa ulaştık...

2. 1960'lı yıllar: Makarios'un "Galip geldik" vecizesinden sonra sadece 3 yıl dayanabildik.

1963 yılı sonlarında ve özellikle de 1964 yılında milliyetçiliğin patlama noktasına ulaştık: Kıbrıslıtürkleri gettolara kapatmayı becerdik ve onları ortak hükümetten kovduk, yüzlerce Kıbrıslıtürk soydaşımızı kuyulara gömdük.

Popüler bir slogan olan Enosis, sol da dahil büyük bir çoğunluk tarafından desteklendi. 

Ve Grivas'ı yeniden Kıbrıs'a geri getirdik... Onu kurtarması için.

Sonuçta Dillirga’nın bombalanmasına ve Köfünye katlimlarına ulaştık. Yunan tümeninin Kıbrıs’tan çekilmesi ve 1969 yılında EOKA-B’nin öncüsü olan Ulusal Cephe'nin kurulmasıyla son buldu.

3. 1970'li yıllar: Adada milliyetçilik dalgasının zirve yaptığı dönem.

EOKA B eylemlere başlar, Grivas gizlice Kıbrıs'a döner, Makariyos, Zürih anlaşmalarını iyileştirimiş haldeki Klerides-Denktaş anlaşmasını reddeder. Bu da bizi, cuntanın ve onun yerel işbirlikçilerinin katkılarıyla darbe yapmasına, Türkiye'nin işgaline ve adanın topraklarının %37'sinin işgaline yol açar. Felâketin dik âlâsı.

Milliyetçiliğin 1974'te ezici yenilgisinden sonra, yenilen milliyetçiler bir süre sessiz kaldılar. Utanıyorlar mıydı yoksa korkuyorlar mıydı bilmiyorum.

Ama pek değişmemişler! Sadece sessiz kalıyorlar ve yeniden diriliş anını bekliyorlardı.

Zaman içinde ilk kuşak fanatik milliyetçiler yavaş yavaş hayattan ayrıldı.

Ve onların yerini aynı kafayı taşıyan daha genç olanlar aldı.

Emin adımlarla yeni yüzyılın ilk büyük ve anlamlı yükselişine ilerledik: 1974 yenilgisinden bu yana ilk kez, toplumumuzun aşırı sağından solun büyük bir kesimine tüm ideolojik grupları kapsayan bir milliyetçi cephenin 2004 referandumundaki HAYIR oyu noktasında oluşmuştur. 

Bugün, 2023 (1) yılında, Kıbrıs sorununun çözümü yolunda ardı ardına gelen başarısızlıkların ardından, bir kez daha milliyetçiliğin eşi benzeri görülmemiş bir yükselişine şahit oluyoruz.

Bizi hangi cehenneme götüreceğini tam olarak bilmiyorum.

Sanırım, artık en alt basamağa ulaştığımızda (eski bir halk şarkısının dediği gibi), yakında, suçlular ve suçsuzlar hep bir arada, bu zavallı yerin kuğu şarkısını (2)  söyleyeceğiz...

-

(1) Yazar burada 2023 yılını niye yazdığını bilmiyorum. İki ihtimal var. Ya 25 yazacağı yerde 23 yazmıştır. Ya da yazıyı 2023 yılında yazmıştır. I Nisan törenleri vesilesiyle aynı yazıyı tekrar yayınlamıştır.

(2) Sanıyorum yazar “Kuğunun Ölümü” balesine atıfta bulunuyor.

(Hristos Zanos’un kendi sosyal medyasında 2 Nisan 2025’te paylaştığı yazısını Türkçeleştiren ve kendi sosyal medya sayfasında paylaşan: Dr. Bekir Azgın…)


***  GİDENLERİN ARDINDAN…

Halil Sarı hocamızla Volkan Lavkan abimizin anısına…

Ulus Irkad

Geçen hafta bayağı yoğun geçtiği için gerek Halil Sarı öğretmenimin ve de Baf’tan gene tanıdığımız Volkan abimizin vefatları için yazamadım.

Öncelikle Halil Sarı Hocamız, hatırladığım kadarıyla 1967-68 sonrasında Baf’a gelmiş ve beni Baf’ta Lise 2’ye kadar ya üç kez ya da dört kez okutmuştu. Psikoloji esas dalıydı. Psikoloji üzerinde bir ondan, bir de Namık Kemal’de Hasan Yağlı hocamızdan çok faydalandım. Bu iki öğretmenimden de bayağı hayatta faydalandım ve ne öğrenmişsem onlardan öğrendim.

ÇALIŞKAN ÖĞRENCİLERİNİ ÇOK SEVERDİ…

Halil Hocamız Baf Kurtuluş’ta ders verirken bayağı ciddi ve disiplinliydi. Ders sırasında konuşan talebelerden hoşlanmaz, onların muhakkak kendisini dinlemesini isterdi. Çalışkan öğrencilerini çok severdi. Onunla 1974 savaşıyle temasımız koptu fakat 1974 yılında Canbulat Lisesi yerine ben Namık Kemal Lisesi’ne gittiğim için temasımız artık olmadı. Daha sonraları öğretmen olunca onunla karşılaşıp birkaç defa sohbetimiz oldu. Son birkaç senedir oğlu Mağusa-Glapsides Bölgesi’ne gelip yerleşince oğlunun evinde onu görmüş ve gene birkaç kez sohbet etmiştik.

TORUNLARINI ÇOK SEVERDİ…

Torunlarını çok seviyordu ve onların doğum günlerinde oğlunun evine muhakkak gelirdi. Geçen hafta vefat haberini almam ise beni çok üzdü. Hayatımda bana yön veren öğretmenlerimden birini kaybettim. Ruhu rahmet ve aydınlık içinde kalsın diyorum.

VOLKAN LAVKAN ABİMİZ

Volkan Lavkan’ı Baf’tan tanıyordum. Volkan abi özellikle bir Baflı olarak denizi çok sever ve yaz aylarında muhakkak sabahın erken saatlerinde denize giderdi. Biz de ailecek erken saatlerde denize gittiğimiz için muhakkak onunla karşılaşırdık. O ve birçok Baflıyla biz, Baf’ın Kral Mezarları’nın müdavimiydik. Sabahım beşinde daha erken saatlerde denize gittiğimizde Volkan abiyi denizde bulur onunla sohbet ederdik. Onunla birlikte erken gelenler arasında bir de Nazar abi vardı. O da öleli çok oldu. Baf’ın denizi sağlıktı, spordu ve Baf denizinin gizemi tüm Baflıları etkilemişti. Deniz içindeki mağaralar ve Roma Döneminden olduğu sayılan derinliklerindeki basamaklı evler ve de tarihi eserler hala daha aklımdadır. Baf denizinin derinliği bu gizemli ve mitolojik karanlık derinliklerin  güzelliğini sunardı bizlere.

LEMBALI İDİ…

Volkan abi Çıralı Köylüydü (Lemba Köyü). Bu köy halkı hem 1950’lerde EOKA Savaşı sırasında hem de 1963 yılında göçmen oldu ve bu köylüler bir defa daha köylerine gidemediler. Bu köy insanlarının hayatları boyunca çok çile çektiklerini yakından biliyorum.

Volkan abi için bu çileli anılar artık bitti. Başarılı bir insan, iyi bir öğretmen ve çok beyefendi bir kişiliği vardı.

Onun olgun, sessiz ve de beyefendi kişiliği önünde saygıyla eğilir, ona bir defa daha rahmet dilerim.

Hoşçakal Volkan abi, seni ve Baf denizindeki anıları da unutmayacağız…

  


***  BASINDAN GÜNCEL…

“Diğer taraftakiler…”

Thanasis Fotiu/Fileleftheros

2017 yılında, İsviçre’deki konferans salonlarında garantiler ve müdahale haklarının kaldırılması konusunda verdiğimiz güçlü mücadelelerin ardından iki toplumlu devletimizin kuruluşunu kutladığımız gün, Yunanistan’dan iki savaş uçağı geldi. Şahane bir çift tsarouchi  [Editörün notu: geleneksel Yunan dans ayakkabıları] gibi, belli ki Nikos Anastasiadis’in 2018 seçimleri öncesindeki milliyetçi kostümünü tamamlamak için gelmişlerdi.

 Zaten büyük ölçüde Spiros Kiprianu ve Tassos Papadopulos’un retoriğini benimsemiş ve küstah bir cüretle, bir zamanlarki tipik haliyle ifade ettiği gibi, ‘çözüm olsun da ne olursa olsun’ destekçilerine parmak sallamaya başlamıştı. Çünkü kendisi—siyasi bir ağır top ve önemli bir figür olarak—aniden On Bakire Kıssası’nda yağları biten beş aptaldan biri olduğunu keşfetmişti! Ve zavallı adam, nihayet 71 yaşında, başkalarının kendisinden onlarca yıl önce ‘gördüklerini’ gördü.

YUNAN SAVAŞ UÇAKLARININ UÇUŞU…

Beklendiği gibi, Yunan savaş uçakları geçit töreninin üzerinden uçarak başkanlık sarayının hedefine ulaştı: izleyici durumundaki halkın anlık duygusallaşması. Ünlü “Bazı kültürel bağlar var, hepsi bu” ifadesinin sahibi Harris Yorgiadis dahi ulusal gururun omurgasını titrettiğini hissetti ve kendini tutamadı: Twitter’da “Lefkoşa üzerindeki Yunan F-16’ları bağımsızlığımızı ve bir Avrupa devletine sahip olmamız için savaşan herkesi onurlandırıyor” diye yazdı.

Günler önce, “Bir Avrupa devletinin başka devletlerin garantisine sahip olamayacağını” dünyanın öbür ucuna ilan eden Cumhurbaşkanı, anavatanın garantör gücüne ait iki savaş uçağının Kıbrıs semalarında uçtuğunu görünce, hayatının en önemli savaşından bir gece önce Büyük Konstantin gibi “bu işaretle fethediyoruz” diye haykırmaktan kendini zor alıkoydu. O da savaşa hazırlanıyordu ve Goççinohoriya (Kırmızı Köyler) ve Mammari’den Lefkoşa kenti ve zengin Limasol’a kadar her yerdeki sağcı seçmenleri başkanın sağlam durduğuna ikna etmek için gereken her şey yapılmalıydı: “Vatanı nasıl teslim aldıysam, öyle teslim edeceğim!”

“KIBRIS’TA HEPİMİZE YER VAR” MESAJI…

Zafer ilan etmek yerine (mesajın alınmış olması onun için yeterliydi), basitçe şöyle dedi… “Kıbrıs’ta hepimize yer var.”

Bu, kendi ifadesiyle “Kıbrıslıtürk yurttaşlarımıza” göndermek istediği önemli bir mesajdı. Aynı Kıbrıslıtürklere, birkaç gün önce “modern bir devlette mi yaşamak, yoksa Türkiye’nin bir parçası mı olmak istediklerine” karar vermeleri çağrısında bulunmuştu. Ve belli ki, 16 yıl sonra ilk kez Yunan savaş uçaklarının gelişiyle (2013’ten beri iktidarda olmasına rağmen, onları sadece 2017’de, seçimlerin arifesinde getirmeyi uygun gördü—nedenini anlıyorsunuz!), onları bu yönde yorulmaksızın çalıştığına ikna etmek, korkularını yatıştırmak (gerçek ya da temelsiz olmaları önemli değil) ve onları Türk boyunduruğundan kurtulmaya teşvik etmekti.

KIBRISLITÜRKLER SOKAĞA DÖKÜLDÜĞÜNDE HER SEFER, ANASTASİADİS MİLLİYETÇİ ŞOVLAR YAPTI…

Zaman ve diğer pek çok faktörün uyuşturduğu Kıbrıslıtürklerin kış uykusundan uyanıp cesaretlendikleri, kollarını sıvadıkları ve ‘anavatanlarının’ isteklerine karşı kitlesel olarak sokaklara döküldükleri her sefer Anastasiadis’in seçim öncesi milliyetçi şovunu hatırlıyorum. 2020’de, 2022’de, 2025’te…

SEBAHATTİN’E SÖYLEDİKLERİM…

Hatırladığım sadece Anastasiadis’in “tsarouchi”si değil. Çok daha eskilere, Mart 2000’e, geçiş noktalarının açılmasından üç yıl öncesine ait başka bir hikayeyi de hatırlıyorum. Atina’nın “Eleftherotipia” gazetesi ve dergisi “E” ile birlikte işgal altındaki bölgelere dört günlük bir ziyaret gerçekleştirmiştik. O zamanki haberlerimden, son gün bize eşlik eden o zamanki “Yunan işleri uzmanı” rahmetli Sebahattin ile yaptığım sohbeti buraya aktarıyorum. Bu konuşmanın, o zamanlar, yani 2000 yılında, işgalin üzerinden sadece 26 yıl (!) geçtiği göz önüne alınırsa önemli olduğuna inanıyorum. “…Sebahattin ile yoğun bir şekilde konuşmaya devam ediyoruz. Ona bu dört gün boyunca edindiğim bilgileri aktarıyorum. Kıbrıslıtürkler’in çoğunluğunun onun ifade ettiğinden ve rejiminin temsil ettiğinden farklı bir görüşe sahip olduğunu. Bizimle yeniden yaşamak istemeyenler dahi 1963 öncesinde, şimdikinden daha iyi durumda olduklarını kabul ediyorlar. Ona, tanıştığım Kıbrıslıtürkler’in çoğunun, özellikle de gençlerin, Türkiye’nin ‘şemsiyesi’ altında kendilerini rahat hissetmediklerini ve onun vilayeti olmak istemediklerini söyledim. Yaşadıkları ikilemin büyüklüğünden bahsettim: bir yanda enselerinde soluyan Türkiye, diğer yanda potansiyel yok oluşları ya da Kıbrıslırumlar tarafından satın alınma riski. Ayrıca ona, çoğu Türkiye’den getirilenlerle de anlaşamadığını söyledim. Boğucu bir kıskaç, kendilerini ifade etme özgürlüğünden yoksunluk, izolasyon hissediyorlar. Bunu ifade edemiyorlar. İşgal altındaki topraklarda Kıbrıslıtürkler’le konuşurken, ‘Dostum isim yazma, burada kellemizi alırlar’ cümlesini defalarca duydum…”

“REJİM DÜŞMANI OLARAK YAFTALANMAK ÇOK KOLAY…”

“İşgalin üzerinden geçen 26 yıl”, 51 yıl oldu! Türkiye’de ve dolayısıyla işgal altındaki topraklarda 40,000 askerin, her şeye gücü yeten “Türk elçiliğinin” ve Kıbrıslırumlar’ın mallarını sömürdükleri ya da iktidarı ele geçirdikleri için kraldan çok kralcı olan ‘müesses’ Kıbrıslıtürkler’in hüküm sürdüğü koşulları çok iyi biliyoruz. Paket halinde ‘rejim düşmanı’ olarak yaftalanmak ve filmin mutlu sonu olmadan kendi ‘Geceyarısı Ekspresi’ni yaşamak çok kolay.

“KIBRISLITÜRKLER’İN MANTIKEN ÇOKTAN BASTIRILMIŞ OLMALARI GEREKİRDİ, YİNE DE VARLAR…”

Bu nedenle, zaman zaman boğulduğunu, ilmeğin sıkılaştığını hisseden bazılarının hala tepki göstermesi, bazılarının daha cesurca, bazılarının ise ürkekçe ve çok temkinli bir şekilde direnişi dile getirmeye cesaret etmesi beni hayrete düşürüyor. Mantıken, çoktan bastırılmış olmaları gerekirdi. Fakat yine de varlar. Düzenli aralıklarla fırsat bulup ortaya çıkıyorlar ve konuşuyorlar. 2020’de, 2022’de olduğu gibi, şimdi olduğu gibi, Erdoğan’ın Şener Levent’in Afrika gazetesine karşı kışkırttığı saldırılardan sonra olduğu gibi. Beş bin kişi sokaklara döküldüğünde. Şimdi olduğu gibi, Türkiye’nin üzerlerine örttüğü ağır örtünün kaldırılması için haykırdıklarında…

“TARİHİN KULLANIŞLI APTALLARI…”

Geçmişte yapılan hataları düşünüyorum. Öngörümüz, hem liderlik hem de halk olarak, Türkiye’nin değirmenine bol su taşımamıza yol açtığında. Tarihin kullanışlı aptalları. Makarios hükümetindeki şahinler bir Kıbrıslıtürk köyüne giden yolu inşa etmeyi, ya da Girne’deki Bilelle ve Gambilli’ye bir musluk yerleştirmeyi israf olarak gördüklerinde.

“ONLARIN SES VE HEDEFLERİNİ BALTALADIK…”

Uzun yıllardır sürdürdüğümüz duruşumuzu da düşünüyorum. Koltuklarımızın rahatlığında onların her tepkisini nasıl görmezden geldiğimizi, 60 yıllık ayrılıktan sonra onların ses ve hedeflerini baltalamak için nasıl basit argümanlara başvurduğumuzu, bu arada kendi söylediklerimiz ve yaptıklarımızı nasıl gözden kaçırdığımızı, bunların onlara nasıl duyulduğunu.

“ONLARI ASLA BİZİMLE BİR TUTTUĞUMUZU HİSSETTİRMEDİK…”

Onlardan Kıbrıslırumlar gibi düşünmelerini ve… kendilerini kollarımıza bırakmalarını isterken, onları—sıradan Kıbrıslıtürkleri kastediyorum, politikacıları değil—asla bizimle bir tuttuğumuzu hissettirmedik, onları Türkiye gibi düşmanımız olarak görmediğimizi hissettirmedik, gelip bizim sesimize ses olmaları için onları güçlendirmedik, endişelerini aşmaları, Türkiye’ye karşı müttefikimiz olmaları için onları asla cesaretlendirmedik veya ikna etmedik.

O zamanlar, 2000 yılında, ellerinde Kıbrıs Cumhuriyeti bayraklarıyla büyük gösteriler yaptıklarında bile…

(Fileleftheros’ta 13.4.2025’te yayımlanan Thanasis Fotiu’nun yazısı, PENNA tarafından Türkçeleştirildi).