MEKTUP 44

Eralp Adanır

 

 

“Zincir halkaları; hayatımız içerisinde örnekleme materyalli olarak kullandığımız benzetmelerden biridir.
Bir biri ardına sıralanan ve bağlılıklarıyla bir devamlılık yaratan zincirin her halkası; zaman zaman aile-arkadaş-dostlara dönüşür, zaman zaman da olayların peşi sıralığına.
Yaşam demek; “devamlılık” demekmişcesine bir anlatımı ya da bir algısı var zincirin.
Bu devamlılığı bazankoparmak ister insan.
Çürük, farklı ya da istenmeyen bir halkadan kurtulmanın yollarını arar durur...”

Böyle bir girişle başlıyordun mektubuna.
“yaşam demek; devamlılık demektir” şeklindeki anlatmının karşısında dudağıma götürdüğüm kahvemin yudumunu alamadan durmama neden oldu.
Hani eskiden video izlerken “pauz” denilen yukarıdan aşağıya iki çizgili tuş vardır ya, ona dokunur gibi oldum.
Görüntüyü dondurdum birkaç saniyeliğine.
“yaşam demek...devamlılık demek...” yaşadığımız ya da yaşayama çalıştığımız hayatı özetlercesine güçlü bir söz.

Ne kadar kısa ama bir o kadar vurucu ve anlamının ağırlığı tartışmasız.
“pauz” tuşundan “play” tuşuna geçiyor ve kahvemden yudumumu alıp yutuyorum. Arkadaşlar arasında “beyin mıncıklaması” diye birşey söyleriz arada sırada.
Kısaca Türçe meali: zihinsel-beyinsel-düşünsel yoğunluktan bitkin bir kafa.
Galiba bu mektupta bunu yaşayacağım...

“Onunla ne yol almak ister ne de “devamlılık bağımlılığının” böylesine sürmesine tahamülü vardır.
Hani bazan insanoğlu “inceldiği yerden kopsun” der ya, ipi; yaşamın devamlılığından kullanarak... işte zincir ve halkaları da öyledir.

Kes o istemediğin halkayı ve geçmişle gelecek arasına bir halka kilidi oy.
“u” şeklinde ve açık olan ucu kapatacak burgulu demir çubuktan oluşan “kilit”ten bahsediyorum.
Keşke her halka o “kilit” gibi olsa.
Beğenmediğinde, aç kilidi, sal gitsin halkayı, diğeriyle yeniden birleş.
Ne kadar kolay ve temiz bir iş olurdu değil mi?
Ama öyle olmuyor işte gerçek hayatta.
Kurtulmak istediğin halkanın yıllarca taşıdığı yük, senin sırtında olan yükten arta kalandır. Yükünü paylaşandır.
Evet bazan insan bir çizgi çekmek istiyor yaşamının uğursuz-mutsuz-tatsız-tuzsuz-huzursuz alanlarına ve de yakınındaki insanlara.
Öyle bir çizgi çekmek ister ki; kimin, neyin adı yazıldığı bile okunamasın.
Kömür kalemin koyuluğunda hapsolsun, kaybolup gitsin.
Yaşamını özetlesin...”

Başımı mektuptan kaldırıp bir an düşünme ihtiyacı duymadım desem yalan olur. Camım buğulanmış, dışardaki hareketlilik –ki buna yaşam denir- belirsizlik içerisinde. Aklıma gelen ise; yaşamım içerisinde nelerin üzerine bir çizgi çektiğimdi. Öyle ki; çizgi çektiğim şeyler yine hayatımda olabiliyor. Nasıl bir iş ki bu iş... demek ki kullandığım kalem farklılığında. Belli belirsiz bir kalem kullanıyorsan, hayatından çıkardım dediklerin de belli belirsiz peşinden gelir işte. O zaman kömür kalem kullanmalıymış insan diye bir mesaj alıyorum mektubundan, dudağıma bir tebessüm yapıştırarak...

“Belki de insanoğlunu mutsuz eden şeyler karşısında aradığı yol bu’dur: “özet yaşam...”
Seni mutsuz edecek, rahatsızlık verecek tüm dünyevi ve etrafındaki insanlardan bir özetleme yapmak...
Bir yerde okumuştum sanırım; Budizm’in öğretileri içerisinde şöyle bir mesaj verilmekteydi: “aldığınız her eşya birgün gelir sizin mutsuzluk kaynağınız olabilir...”
Bu durumda insan kendini eğitebilir, kendisine mutsuzluk veren eşyalardan, mal’dan mülk’ten kurtulabilir.
At veya sat gitsin diyebilir.
Ya insan bazında bunu yapabilir mi?
Seçtiğiniz sevgiliniz, dostunuz, eşiniz, hatta ve hatta seçme hakkınız olmayan aileniz, birgün gelir mutsuzluk kaynağınızın temelini oluşturuyorsa ne yapabilir ki insan?
Zor bir durum... bunlar eşya, mal mülk değil ki... bu durumda bir piramit gibi oluşur herşey. Yaşamınız içerisinde olmazsa olmazınız ile olmasa da olurunuzu piramidin en üst ucundan aşağıya doğru sıralamaya başlarsınız, mutsuzluğunuza rağmen sürdürmeniz gerekenlerle gerekmeyenleri.
Günün sonunda yalnızlık var belki de.
İşte o an insanın aklına şu düşüverir: çoklukta yalnızlık mı kötü, yalnızlığında yalnızlığını bilerek yaşamak mı kötü...”