Mektup 25

Eralp Adanır

 

“İnsan; yaşam süreci içerisinde insan ilişkilerini gözden geçirmek, değerlendirmek durumunda kaldığı an’lar olur da, bu an’ların çoğu nedense ‘dost’ kavramını yakıştırdıklarınızın ‘dost’ değil, sadece merhabalaşıp yüzeysel sohbetlere girebileceğin insan ilişkilerinden olduğunu görüp ince bir sızı hissettirir belleğinde, yüreğinde...” diye başlamışsın mektubuna, dostluk ilişkilerinin bir analizine pencere açmışlığında mesaj verir nitelikte.

Yanıldığımı söylesem yalan olur. Eh artık birazcık seni de analiz atmeye başladım demek, çözümleme konusunda ne kadar başarısız olsam da.
     Ardından gelen sözcüklerin; yaşamımızda “dost” diye saydığımız ve bazan “çok dostumuz var” deyişimizle gururlandıklarımızın aslında “çok azının” gerçek dost olduğunu ortaya koyuyorsun yazında, çarpıcı örneklerle. Bu örneklerden biri olan “kurşun yarası” benzetmen yok mu... o herşeyi anlatıyor...
     “...gençlik dönemlerinden başlayıp dostluğu; arkadaşlık ya da gündelik merhabalarla standart söyleşilerimizi gerçekleştirdiklerimizi de bu ‘dost’ kavramı içerisine alıp, böylesi bir zenginlik yanılsamasına girer insan. Gençlik döneminden iş hayatına geçildiğinde dostluk-arkadaşlık ilişkilerine yeni insanlar katılır, eski ilişkilerden birçoğu sadece rastgele görüşmelerin ambarına hapsedilir, belki bir daha kapakları açılmaksızın sonsuzluğa havale ederek. Ama gitgide çember daralmakta, ‘dost’ kriterlerine-beklentilerine göre değerlendirildiğinde ilişkiler. Bu kez dost ilişkisiyle iş ilişkileri arasında gidip gelmeye başlar insan. Bu dönemde yıllar geçtikçe iş ve kişisel ihtiraslar, kıskançlıklıklar; ‘dost’ saydıklarının aslında iş ilişkisi insanlarından olduğu gerçeğini daha bir görür, bunun dışında git gide azalan ‘dost’ bildiklerin, kendi çevrende dar bir çember gibi oluşmaya başlar. Ama yine bitmez, yaşam sürdükçe karşılaştığın her olay; oluşturduğun yeni çemberdeki ‘dostlarının’ da gözden geçirilmesini sağlar. Yaşadıkların ve bununla birlikte beklentilerinin ne derece karşılandığını, ne bekleyip neyi bulduğunu yeniden değerlendirmeye başlarsın, itmez bitmez bir devinim içerisinde. Çember büyük bir olasılıkla yine daralır. İçlerinden bazılarını bir kez daha açılmamak üzere ruhunun ambarlarına kilitler olursun. Ve işte o an gelir. Gerçeğin bir tokat gibi çarptığı, yüzünü gözünü dağıttığı o an, gerçek ‘dost’ olanların yüzünü gösterirken, olmayanların maske düşüklüğündeki haliyle karşılaşırsın, beklenmediğin şaşkınlığında. Bir kurşun yarası gibi sanki. Önce bir silah sesi duyarsın, ardından bir yerinde sıcaklık hissedersin. Çok fazla önemsemezsin bu durumu, tıpkı ‘dost’ saydıklarının sana ters gelen davranışları gibi. Sonra kurşun yarası soğumaya başlar, ağrı ve yakma gitgide kendini hissettitir. Tıpkı ‘dost’ saydıklarının sanki gerçek yüzlerini, senin yüreğindeki yerinin o olmadığı ikilemine düşmek gibi. Ve kurşun yarası tam manasıyla soğumuş, ağrı; dayanılmaz bir hâl alırken ‘kurşun yarasının’ neler hissettirdiğini sen apaçık görür olur, tıpkı en son ‘dostluk çemberi’nde, kimin ne olduğu ve hayatındaki önemini ya da önemsizliğini çarpıcı şekilde anlamak gibi. Bir kurşun yarası, bir dost yarası gibiymiş meğer...”