Masum İnsanlar Ölmemeli!

Dilek Karaaziz Şener

İtenin
Sen olduğunu sanıyorsun
Ama Sensin
Asıl itilen. Goethe

Girne’de olunca yaşam duruyor sanki benim için… Her yılın en azından üç haftasında “hakikati” görüp de görmeme çabasını yaşıyorum. İşte yaşamın durduğuna kendimi inandırdığım bu noktada, gündem görüntüleri böylesi bir, hayatın kısalığını sınama olanağını elimden alıyor. Yine kulağınız radyodaki yorumlara, gözünüz televizyondaki görüntülere ve elinizdeki gazeteye takılıp kalıyor. Hâlbuki adaya gelirken sadece ve sadece eski dostlarla sohbetin tadı vardı aklımda ve birkaç özlem ziyaretiyle akılda kalacak olan sanat konuşmalarının fısıltıları…

Mümkün mü?

Geçen iki hafta süresince birçok can kayıp gitti bu dünyadan… Daha düne kadar Mısır’daki insanlık katliamının görüntüleri düştü imaj sahnemizin içindeki en canlı köşeye… Belleğimize kazındı görüntüler… Kahire katliamında ölen insanlar… 2013 yılını yaşayan ve hızla tüketen yaşlı dünyanın gölgelerinden gelen karanlıklara dair birçok sözcükle cümleler tükettik!
Sonucu değiştiremedik.

Masum insanlar ölmemeli!
Sonuçta böylesi acı yüklü bir gündem içinde, ne aşktan yana koyabiliyorsunuz tavrınızı ne de barıştan söz açıp sözde insan fikirlerine/figürlerine gülüp geçebiliyorsunuz. Her söz bir noktada tıkanıp iyice tortulaşıp katman katman birikintiye dönüşerek boğazınıza diziliyor.
Sadece ve sadece söylüyorsunuz: Masum insanlar ölmemeli!...

O zaman A. A. Milne’nin Zırhlı Şövalye’sinden aklınıza takılan birkaç cümle kulaklarınızda çınlayıp, gittikçe yükselen bir frekanstan size diyor ki: seçkin bir Şövalye olduğum zaman kuşanırım sımsıkı zırhımı bedenime!
Şimdilerde bu zırhın kuşanılması adına çevrenize şöylece (!) baktığınızda maddi kaygı yumağına örülü bedenlere ve beyinlere tosluyorsunuz apansız. Sağa sola bakıyor muyuz bizi bekleyen ne iş var diye? Sağa ve sola baktığımız kesin de, siyasetin burjuvasını soğutucu cennetlerine dönen dört duvarlar arasından yaşayanlar da naçizane bana, anıt-ironi izlenimi bırakıyor.

“Kırın yarattığınız bu sahte anıtı ve çıkın dört duvarlarınız arasından haykırışına” tam hazırlanırken yazıcı, kendine geliyor ve düşünüyor: dört bir yanı denizle çevrili küçücük bir adada insanlar denize dönük yaşıyor! 

Milne ile devam edelim: Üzerine yürünecek biri var mı, kurtarılacak biri?!
Yoksa bütün canavarlarla boğuşup, canavarın ininden kaçırılacak biri!
Birileri var mı “ne olacak bu memleketin hali?” klişesinin gölgelerinden çıkıp, dünyada değer verilen biricik şeyin “barış” olduğuna inandırmaya çalışan birileri!
Hadi hepimiz seçkin bir Şövalye olup yeldeğirmenlerine saldıralım!

Dante’nin İlahi Komedyası’ndan XV. Kantoyu anımsamaya çalışalım:

Hangi yazgı ya da rastlantıyla
Yolun düştü bu çukura, ruhunu teslim etmeden önce?
Kim kolundan tutup getirdi seni buraya?”
“Yukarıdaki aydınlık dünyada yolumda yürürken,” diye karşılık verdim ona, “karanlık bir vadide yolumu kaybettim,
Yaşım kemale ermeden yanlış yola saptım.”

Cennet’in kollarından cehennemin kucağına atladık da sesimizi dünyaya duyuramadık. Sonra dedim ki kendi kendime: insanın söyleyecek bir şeyleri olmalı ve de yazmalı. Düşünce pratiklerinde gezinirken bir yazımı hatırladım ekrana kilitlenen gözlerimden yüreğimi yakan canların ölümü karşısında…
Ben herkesten daha iyi resim yaparım der, Pollock ve de ben de diyorum ki: bizler herkesten daha iyi anlarız dünya acılarının insanlık hallerini!

Bu ıslak, karanlık, gürültülü ve onca sevincin yitip gittiği dünyada bizler, zeytin dalı/yaprağı arıyoruz.

Akdeniz’in tragedyaları bir zamanlar umut ve umutsuzluk arasına sıkışıp kalan ülkelerinde tüm sorumluluğu Tanrılara kafa tutan Prometheus’a yüklememişler miydi?

Bugünse görüyorum ki, Zeytin Ağaçları’nın yerlerini kaplayan acı dolu beton yığmalarında hüznün sözcüklerine sığınan trajikomik bir tiyatro oynanıyor.

Kavafis “Aldırmadan, acımadan, utanmadan kocaman, yüksek duvarlar ördüler dört yanıma.” diyor. Sessiz sedasız dört yanımıza örülen, ne gürültüsünü ne de sesini duyduğumuz örücülerle kapatılan dünyamızdan bir çıkış yolu arayalım. Geç mi kaldık? Yoksa çok erken mi gelmişti örücüler! Her şey bir anda olup bittiğinde, nasıl da görmedik olanları?
Özgürlük kuşun kanadında diyerek geçen günlerde, aslında başımıza boca edilen esaretle, her ne kadar herkes özgür ve barış içinde yaşıyor gibi görünse de, duvarlar arasına hapsedilen küçücük bir adada neler yaşandığını bilemedik, görmezden geldik. Haksızlık etmemek gerek bazen yaşanılan coğrafyaya ve zamanın size sunduğu sürecin kolları arasındaki sıkışmışlığınıza…
Yoksa en büyük haksızlığı, “bir adada doğmak sorundur!” diyerek, hayat ve umudun küçük kanat çırpınışlarını görmezden gelerek mi yaptık, bu küçük dünyamıza?
Her ne kadar dünya kapılarını bize kapatmış olsa da, umut her an yanımızda.

Suçlu ne Aphrodite olmalı, ne de Prometheus!
Tanrılardan çalınan ateş hala yanmakta!
Orada bir yerlerde denizin köpükleri arasından sirenler şarkılarını bizleri şaşırtmak için değil, doğru yolu bulmamız adına, çığlık çığlığa hırçın dalgalara dönüşen bedenlerinden denizin tuza kesmiş köpüklerine söylemekte!
Ruhlarında hep var olan, ama bir şekilde pusuya yatmış, sinmiş hatta sindirilmiş ama yine de özgür ruhun tragedyalarını okumakta!
Asıl amaç, şüphesiz, böylesi hayal salınımında, yakıcı bir alev topuna dönüşüp, bir şeylerin değişimi için harekete geçmekten ibaret belki de!
Camus der ki, “sanatçı için, kavganın en şiddetlisinden başka yerde rahat yoktur.”
Demek ki “dünyayı, gün gelecek sanat kurtaracak!”
Demek ki, “sanata olan inanç hala diri durmakta!”
Demek ki “hiç şüphe duyulmamalı hayallerden” ve sonuçta demek ki “siyasetin hayal gücünün gölgelerinden, sanatın hayal gücünün ışığına doğru akmalı akıl!”
“Bir ülkeyi belirleyen insanlarıdır” derler!

Düşüncelerimdeki ana soru(n) korkulardan yana ağır basıyor.
Kendi kendime tekrarladığım bir cümlem var: “bugünün dünyasından çok korkuyorum!” diğer bir deyişle “savaştan korkuyorum!”. Özellikle I. ve II. Dünya Savaşları, yıkımın büyük boyutta yaşandığı ve sonrasında da dünya dengelerinin kazanmak, zafer elde etmek ve bu bağlamda “kapital krallığında” bir dünya gücü olma anlamında yaşanan süreç, derin etkiler bırakmıştır.
Dünyanın bugünkü çehresine sinen korku bulutlarının yaşanan savaşlarda, öldürülen insanların, ölen bedenlerin ve çoğunlukla ismi sonsuzluğa doğru savrulan bir yığın dünya insanının varlığını duyumsatarak, Barış’ın “nerede?” olduğu gibi önemli bir soruya pencere açmamız gerekiyor.

Din savaşları mı?
Dil savaşları mı?
Dünya kaynaklarının tek hâkimi olmak adına mı, tüm bu savaşlar?
Sürüklenerek tarih koridorlarında kaybolan onca can!
Onca insan, isimsizdirler!

Bir zamanlar güzelliği sürgüne gönderen tavırlara karşılık, bugünün insanı da Barış’ı kendi elleriyle sürgüne mi göndermiştir?     

Prometheus nerede?
Sorduğumuz bu soruyla birlikte bir de Camus’nün sorusunu zihinlerimizden çıkarmamak gerek: “Bugünün insanı için Prometheus nedir?” 
Yine cevap filozoftan gelecekti: “ Tanrılara kafa tutan bu adam çağdaş insanın örneği sayılabilir?”
Kaçarımız yok! Akdeniz’in köpüklerinde gezinen Afrodit’in şarkılarından…

Sessizlikte bazen hüzünlü sesiyle bir soprano kadın sesine umut ve umutsuzluğun aynı karede gizlenerek bir bedene dönüştüğü yerlerde özgürlük söz konusu olabilir mi? Bu bir bakıma makinenin veya diğer bir deyişle betonun özgürlüğün yerine konarak insan bedeninin ruhun önüne geçmesi değil midir?
Albert Camus der ki: “Gerçekten bugünün insanı sayısız yığınlar halinde bu daracık yeryüzünde çile dolduruyor.”
Bugünün dünyasında geçmişten günümüze birçok insan öldü.
Kaderiyle veya kadersizlik diyebileceğimiz coğrafyalarının içinde saklı şifreler uğruna…
Ve bu uğurda ölümler olmaya, öldürülmeler yaşanmaya son hızla devam ediyor, edecek!

Böyle bir dünya sahnesinde hızla sona doğru mu gidiyoruz?

(Arşivimden…)