Marios Dembriodis’le tarihe yaptığımız uzun bir yolculuk ve “Cengaveris”…

Sevgül Uludağ

BAF’TAN HATIRALAR…

 

Ulus Irkad

1989 yılında Berlin Konferansı’na gitmiş ve orada “Birleşik Kıbrıs için Federasyon ve Temas Grubu”nu oradaki arkadaşlarla kurarken, bu arada bir çok Kıbrıslırum arkadaşla da tanışmıştım. Bunlar arasında Gazeteci, o zamanlar “Endos Don Dihon” Dergisini çıkaran Kostis Ahniodis,  Christina Valanidou, Zinonas, Zenon Stavrinides ve şu anda adlarını unuttuğum birçok arkadaş vardı. Bizden, Arif Hasan Tahsin, Hasan Erçakıca, Niyazi Kızılyürek, Neşe Yaşın, Hürrem Tulga, Ahmet Cavit An, Kemal Aktunç, Aydın Mehmetali ve Bektaş Göze gibi arkadaşlarımız bulunuyordu. Berlin’den döndükten sonra bir dizi temas başlamış ve devamlı olarak, kurulan grubun Ledra Palace’ta toplantılarına başlamıştık. O zamanlar yani 31 sene önce Ledra Palace’a bile geçmemiz ayrı bir olay oluyordu. Sınırı geçmek için muhakkak öncelikle Azınlıklar Dairesi’ne müracaat etmemiz ve eğer verdiğiniz liste tasdik edilirse, Güney Kıbrıs’a geçmeniz gerçekleşebilirdi. Hoş, bazen onaylandı bile dense siz sınıra gittiğinizde de ilgililer size “Geçemezsiniz” dediklerinde de sınırı geçemezdiniz. Bu yüzden biz de her olanağı kullanıp muhakkak sınırı geçmeye çalışırdık. O günlerde toplantılarımız sırasında AKEL yayın organı Haravgi’nin Festivali vardı. Festival saat 19:00 öğleden sonra başlayacaktı. Sanatçı arkadaşımız Alper Susuzlu, bu olanağı kullanıp Baf’a gitmeyi planlıyordu ama saat 19:00’da Baf’a gitmenin güçlüğü oldukça açıktı. Ama Alper ısrar ediyordu ve üstelik de şunu söylüyordu:

“Be arkadaş ben bu akşam Baf’a gitmezsem seni da arkadaşlıktan atarım. Ben Baf’a gitmeliyim.”

Çakmak ben ve Alper sınırı geçer geçmez birilerini aradık. Tesadüf bu ya karşımda Kostis Ahniodis’i buldum. Kostis bana arabasının iyi durumda olmadığını ama yardım edebileceğini söyleyerek, beni ve Alper’i bir arkadaşına götürdü. Arkadaşının adı Marios’tu. Marios Dembriodis… Bizi Baf’a götürmeyi kabul etti ve saat belki de 19:30 sularında ortalık kapkaranlıkken yola çıktık. Çok maceralı ve geç bir saati seçmiştik, inanın Baf’a varsak bile ancak yarım saat kalıp geri dönecektik. Buna rağmen Alper ısrar etmişti gitmek için. İşte o gece aslında Marios’la herşeyi konuştum. Ona o andaki duygularımızı anlattım. 15 yıldır Baf’ı görmediğimizi ve de kendimi o an, Şubat 1973 yılındaki gibi tatilimi yapıp Baf’a döner gibi olduğumu, biraz sonra kapıda annemin beni bekleyerek derhal çorba içireceğini, babamın eve geleceğini ve Lefkoşa hakkında konuşacağımızı anlattım ama artık 1989 yılındaydık ve ben artık o Baf Kurtuluş  Lisesi öğrencisi değildim.

Marios da bize kendini anlatmaya  başladı:

“Ben de senin gibi Baflıyım. 1980 yılında Yılmaz Güney’i Bodrumdan kaçıran ben ve birkaç arkadaşımdı. Aslında yelken maratonu da onu kurtarmak için bir senaryoydu ve Sosyalist Enternasyonal tarafından Güney’i kurtarmak gayesiyle düzenlenmişti. Bu yüzden Yılmaz Güney daha sonra 1985 yılında bizi  ziyarete geldi. Bir de 1967 yılında daha çok genç bir Rum Milli Muhafız Askeriyken, Grivas bizi Köfünye’ye saldırtmış, bize “Canlı tavuk bile bırakmayın” emrini vermişti. Savaş sırasında bir mevzi uzun bir süre dayanmıştı. O mevziyi ele geçirdiğimizde içinde onbir yaşlarında karnından yaralı bir çocuk bulduk. Gerçekten o çocuğun kahramanlığına saygı duyduk ve komutanımızın emrine rağmen o çocuğu öldürmedik. Ben o çocuğu bugün görmek istiyorum…”

Ve devam etti Marios:  “Bir de aynen artist gibi yakışıklı, gözüpek, Baflı bir arkadaşımız vardı Baf’ta. Saçları omuzlarına gelir, bıyıkları aşağı doğru, aynen bir Türkiyeli şarkıcıya benzerdi. Evet, evet Manço’ydu o şarkıcının adı. Ona benzerdi. Hiçbir şeyden korkmaz, mert, haksızlığa karşı mücadele ederdi. Orta boyluydu ama haksızlık oldu mu kendini öne atıp onun için mücadele ediyordu. Biz ona arkadaşlar arasında “CENGAVERİS”  diyorduk. İçimizde en korkusuzumuz oydu. Abisinin Rum tarafındaki benzin istasyonunda çalışmaktaydı. O ne yapıyor şimdi nerededir? Ben 1970-71 yılında Baf’tan ayrıldığım için onu bir daha görmedim. O da bana “Raftis” demekteydi çünkü o zamanlar Baf’ta terzilik yapıyordum…” Marios daha sonra Yunanistan’a gidip okumuş ve mühendis olmuştu. Ona şöyle konuşmuştum:

“Marios, o arkadaş Mustafa Çakır’dı. EOKA B’ciler onu 14 Ağustos 1974’te abisiyle birlikte öldürdüler. Dediğin gibi haksızlıklara karşı mücadele eder, bir saniye olsun durmazdı. Bu yüzden de olacak EOKA B’ciler ondan hoşlanmamıştı…”

Bu sözümü bitirir bitirmez Marios Dembriodis ağlamaya başladı ve yol buyunca devamlı için için ağladı. Ben de çocukluğumdan itibaren benden en az 6-7 yaş büyük olmasına rağmen Mustafa Çakır’ı çok uzun süreler tanıdım. Örneğin 1973 yılında da Baflı iki haylaz gencin dövmek  istediği iki BM askerini “Eğer üstlerine dokunursanız sizi darmaduman ederim” diyerek durdurmuştu önümde. Hep en öndeydi ve Baf halkı için ölümü göze alacak tiynetteydi. Baf’ta EOKA ve ELDİK Cunta güçlerine karşı en önde savaşan ve o günlerden sonra devamlı onları eleştirip darbeye ve darbecilere karşı tepkisini koyan da oydu. Baf’ın Barış Mançosuydu o…Maceralı Baf seyehatimizde kapkaranlık ve geç bir gece vakti olmasına rağmen istediğimiz yerlere götürdü ve sabırla bekledi bizi Marios. O gece bana Baf, beş yüz yıl uzakta kalıp da tekrar tarih öncesine döndüğümüz bir kasabaya benziyor gibi geldi. Dembriyodis’e  bu duygularımızı da anlattım.

Marios Dembriodis’i o maceralı seyahatimizden sonra bir daha görmedim. Zaten dönene kadar gene bir macera ile karşılaşmış ve Limasol’da benzini bittiği zaman karaborsadan saat tam 24’te, yani geceyarısı, benzin bularak bizi zar-zor barikata yetiştirmişti.

Kostis Ahniodis arkadaşı gömdüğümüz gün, Marios’un da ondan önce, hatta Berlin’den tanıdığım Zinonas’ın da o sıralarda öldüğünü öğrendim o cenaze gününde.

Marios Dembriodis’in çok yukarılarda “Cengaveris” ve Yılmaz Güney dahil, tüm arkadaşlarıyla buluştuğunu ve çok yukarılarda memleket ve dünya sorunlarını birlikte tartıştıklarına çok eminim…

 


MARAŞ’TAN BİR ÖYKÜ…

 

“Sokak kedileri mutlu…”

 

Vivian Avraamidu Plumbis

Arkadaşım Rea Sathopulu bana harika bir sürpriz yaptı ve dün sosyal medyaya yüklediğim Rumca olarak kaleme almış olduğum küçük öyküyü, Türkçe’ye çevirdi… Çok müteşekkirim sevgili Rea! Ben de bu küçük öyküyü Kıbrıslıtürk arkadaşlarıma ve özellikle de Sevgül Uludağ ve Nafia Akdeniz’e ithaf etmek istiyorum…

“Sokak kedileri mutlu” başlıklı öyküm şöyle:

Bu fotoğrafı bir arkadaşın elektronik sayfasında birdenbire görünce kalbimin heyecanla attığını hissettim. Mağusa’daki, Maraş’taki hayatımızdan hatıraları canlandırmaya çalıştığımda hep böyle atıyor.

Hayır, resimdeki ev benim evim değil. Bu odalarda dolaştığımı hiç hatırlamıyorum. Κüçükken bu bahçede oynadığımı da sanmıyorum. Evin girişinde duran bu verimli ağaç portakallarını sunmadı bana. Evin sahiplerini bile tanımıyorum.

Ama yine de kalbimin atışları hızlı. Gözlerimi fotoğrafta gezdirirken içimde görüntüler canlanıyor. Beş tane çocuk bu avluda sonu olmayan bir kovalamaca oynarken çığlıkları ile mahalleyi sevinçle ayağa kaldırıyorlar. Nonamın, yani vaftiz anamın dört çocuğu, bir de ben. Kendisi de mutfak kapısından bize gülümseyerek bakıyor. Yüzlerimiz reçelle bulaşık, bizim için hazırlattığı ekmekten. Nonoyu da görüyorum. Ciddi duruyor o, tıpkı okullarda öğrettiği rakamlar gibi, altın kalpli olduğunu bizden gizli tutmak için. Biraz sonra küçük böcek arabasını çalıştırıp şehrin merkezine doğru kayboluyor.

Bu fotoğrafa bakarken ufak bir hikâye uydurdum. Ama onu sizlere anlatmayacağım. Öyle karar verdim. Anlatırsam bu resmin renkleri bulaşacak gibi geliyor bana. Bu olanların inadına hala meyvelerle dolu olmaktan vazgeçmeyen portakal ağacının çektiği oksijen tükenecek sanki. Bu evin içinde sevinç ve üzüntüler yaşamış olan insanların anılarını lekelemek istemiyorum. Anlatırsam onlardan bir şey çalacağımı zannediyorum - çalınacak herhangi bir şey kaldıysa eğer. Odalara giren ışığı karartmak gibi bir şey olacak sanki, zaten odalara girmesi yasak olmayan tek şey ışıktır - ışık ve sokak kedileri. Onlar ne isterse yapabilirler. Onlar yapabilir. Biz yapamayız.

(Fotoğraf: Pavlos Yakovu – Öykü: Vivian Avraamidu Plumbis – Türkçesi: Rea Sathopulu)

 

 


BİR KAPI EŞİĞİ VE HATIRALAR…

 

“Nenem Despina’nın kapı eşiği…”

Roxanne Pastu Hacıyeorgiu

Öğle güneşi altında beyaz zambaklar parlıyor… Mutfak penceresinden süzülen kavrulmuş soğan kokusu yaseminlerin kokusuna karışıyor… Gri renkli taş basamaklar, beyaz kapıya doğru çıkıyor… Kapıda siyah demirler ve sarı renkli buzlu cam var… Saksılarda çiçekler, sardellalar var… Sağ tarafta ekşi ağacı ekşi yüklü, parlak ekşiler ve solda ise asma, bizim ona tırmanmamızı bekliyor…

“Gelin, yemek yeyin, çabuk, hazır sıcakken…”

Ve kapıdan kardeşler ve kuzenler, teyzeler, dayılar ve komşular geçiyor, tüm iyi insanlar kapıdan geçiyor… Onca yıl sonra, bu kadar çok insanın o mutfağa nasıl sığdığımızı düşünüyorum, şimdi aynı mutfak o kadar sessiz ki…

Despina ninemin kapısından çok şey geçip gitti… Gelinler ve güveyiler geçti, giyimli kuşamlı çocuklar önlerinden gidiyordu… Sonra bu kapıdan tabutlar geçti, anne-babalar ve çocuklar izliyordu tabutları, arkasından yürüyerek… Büyük torunlar ve torunların torunları – ki buna kendi çocuğum da dahildir – geçti bu kapıdan, anneleri ve büyükanneleriyle buluşmak üzere… Bu kapıdan alelacele sesler geçip gitti, yakılan mumlara eşlik eden dilekler, tam karşıdaki tarlada yaşayan bir göçmen bir kap yemek arayışındayken geçti bu kapıdan, ekmekler, taze balıklar, köylüler ve her nasılsa buraya gelmiş yabancılar geçti bu kapıdan…

Ancak benim için sonsuza dek kalacak olan imaj, ninem Despina’nın kapı eşiğinde güneşlenmesi, ful kokusuyla çevrelenmiş biçimde oturup en renkli battaniyeleri örerken bundoları sayması olacak… Ve ninemin söyledikleri: “İki kapılı bir handır dünya… Bir kapı açıldı, içeri girdim… Sabah oldu, akşam oldu, kapıdan çıktım… Her şey bir yalan, bir nefes… Şafak vakti bir elin bir çiçeği sapından koparması gibi…”

Geçtiğimiz Ağustos ayında ninemi uğurladık… Bir gün önce Amsterdam’a geri gelmiştim – ancak nereye gidersem gideyim, bir parçamın ninemin o kapı eşiğinde sonsuza kadar kalacağını biliyordum…

(Fotoğraf için ANNEM Maria Pastu’ya teşekkürler).

(Google Translate aracılığıyla özetle Türkçeleştirildi.)