“Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” diye güzel bir deyişimiz vardır ya, o hesap bizimkilerin işi.
Tunus’tan Suriye’ye kadar Arap Hilalinde esen filizkıran fırtınasını görünce bir koşu Topkapı Sarayı emanetlerinden naftalinli Osmanlı Atlası yelkenleri kapan bizimkiler, anlaşılan yan etkileri hesaplamamışlar.
Şimdi birden bire karşılarına çıkıveren Kürt oluşumları ile sersemlemiş görünüyorlar şaşırtıcı biçimde. Oysa Irak dilimlendiğinde hemen yanı başımızda bitiveren “Kuzey Irak”) deneyiminden hareketle Suriye’de olacakları önceden kestirebiliyor olmalıydılar.
Tabii Irak Kürdistan Federal Yönetimine “Kuzey Irak”, Kıbrıs Cumhuriyetine “Rum Yönetimi” deyince sorun halloluyor, “tehlike savuşturuluyor” illüzyonu tam bize özgü bir durum, biliyoruz da… Bu illüzyona, bizzat yaratıcılarının da inanmış olduğunu görmek… Ne bileyim… Tuhaf!
Hadi bizi 90 yıldır resmi ideolojinizle tepe sersemi ettiniz tamam… Arkadaş Kemalizm anti teziyle 10 yıldır ülkeyi idare etme iddiasında olan da sizsiniz? Yoksa yalancıktan bir Kemalizm eleştirisi miydi sizinkisi? Yoksa siz Kemalist’in badem bıyıklısından ibaret miydiniz aslında?
Kardeşim mantar değil ki bu Kürt ve Kürdistan dediğin şey? O rüyasını gördüğün Osmanlı haritasında, işte şimdi hemen doğu ve güneydoğu sınırlarını oluşturan bölge “coğrafi ve siyasi sıfatıyla” basbayağı Kürdistan’dı zaten?
Şuracıkta, 23 Aralık 1876’da kurulan Meclis-i Mebusan bir yana, Kanuni Sultan Süleyman’ın Ocak 1526’da Fransa Kralı Fransua’ya yazdığı mektupta adını resmen andığı bir Kürt yerleşim bölgesiydi Kürdistan denilen coğrafya:
“Ben ki, Sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara taç veren Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Dulkadir Vilayeti’nin ve Diyarbakır’ın ve Kürdistan ve Azerbaycan’ın Acem’in ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve daha nice memleketlerin ki, yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dâhi ateş saçan zafer kılıcımla fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezıd Hân'ın torunu, Sultan Selim Hân'ın oğlu, Sultan Süleyman Hân’ım…”
Hadi Kanuni bu, tepesi atmış, yazmıştır bu mektubu kefereye diyenler için daha tatmin edici bir belge lazımsa 5 Muharrem 1264 (14 Aralık 1847) tarihli Takvim-i Vekayi Gazetesindeki resmi tebliğe göz atalım. Sadeleştirilmiş haliyle:
“Takvim-i Vakayi’nin bundan önceki sayılarında da yazılmış olduğu gibi bir süreden beri zorba ellerinde kalmış olan Kürdistan ülkesinin –Allaha şükürler olsun ki– Padişahın benzersiz gayreti ve ezici gücünün eseri olarak bu kez yeni baştan ele geçirilmesi başarıyla tamamlanmıştır. Bu başarı yüce Padişahın, Osmanlı İmparatorluğu tebaa ve berâyâsının haklarıyla ilgili adalet niyetinin,hayırlı fikirlerinin ve yüce amaçlarının her zaman Allah tarafından feyz ve yardıma mazhar olacağının delili ve ispatıdır. Doğrusu zamanının geldiği münasip görüldüğünden adı geçen ülkenin idaresi, içişleri ve düzeninin devamlılığıyla, güveninin tesisi ve halkın isteklerinin yerine getirilmesi yani oraların hususi ve bağımsız bir idare makamına konularak, zeki, bilgili ve olgun bir zata ihalesiyle Diyarbakır eyaleti,Van, Muş ve Hakkari sancakları ile Cizre, Bohtan ve Mardin kazaları birleştirilip hepsinin bir eyalet sayılması ve itibar olunması ve bu eyalete Kürdistan eyaleti isminin verilmesi gösterdiği lüzumdan dolayı yerinde ve münasip görülmüştür.” (Sezen Bilir’in sadeleştirmesiyle “kürdtarihi.blogspot.com” dan alınmıştır.)
Ne zaman kaldırıldı Kürdistan isminin resmi kullanımı? 8 Aralık 1925 tarihli “Türk Birliğini Parçalamaya Çalışan Cereyanlar” başlıklı Maarif Vekâleti Tamimi ile… Yani resmi olarak 1925’e kadar anılan, bilinen Kürt ve Kürdistan adına şimdi “birden bire bitivermiş mantar” muamelesi yapmak niye? Kafanıza estiğinde emperyal tarihinizi hatırlayıp coşuverirseniz, o tarihe gömdüğünüzü sandığınız korkularınız en kanlı canlı haliyle çıkıverir karşınıza tam da böyle…
* * *
Başta bir isim kullandım: filizkıran fırtınası… Hasan Hüseyin Korkmazgil gençliğimin en sevgili ozanlarındandı… O’nun dizeleri geldi hemen aklıma filizkıran deyince… Şiir yaz başında ortalığı kasıp kavuran filizkıran fırtınasını anlatıyor. Henüz tomurcuk gülleri, henüz çiçekteki meyveleri açmadan savuran bir fırtınadır filizkıran… Şu “Arap Baharı” dediklerine ben filizkıran diyorum… Okuyunca hemen anlayacaksınız gerçi ama ille yaz diyen olursa başka bir yazıda anlatayım müsaadenizle…
“gün doğmadan başladı filizkıran fırtınası
evler yemen türküsü
sokaklar seferberlik
öyle bir gariplik ki
öyle bir tedirginlik
yaz başında güz sonrası
ayvalar çiçekteydi
güller daha tomurcuk
açıl demişti güneş
açılmıştı kıraçta kış elmaları
çözül demişti güneş
çözülmüştü yılanlar karanlık odalarında
dallarda yuvalar tüy kokuyordu
düğünçiçekleri şenlikli
gün doğmadan başladı filizkıran fırtınası
ne dal kaldı ne tomurcuk
yerden yere çaldı otları ağaçları
insan yüzlü bir korkuluk
üşüdüm dünyalarca
baskın yemiş bir kent gibi üşüdüm
sergen etti filizleri sapsarı bir karanlık
bahardan kışa düştüm
acılı günler gördüm
sığdıramam bir tek günü bir koca yıla
geceler geçirdim yoz kentlerin bulvarlarında
nice baharları kışlara gömdüm
uzak düştüm yelinden yelvesinden acılı yurdun
uzak düştüm umudundan mutundan
yomundan uzak düştüm
bunaltının böylesini görmedim
severim fırtınanın her türlüsünü
ormanlar uğultulu sular dalgalı
severim filizkıran fırtınası'nı
kırıp kanatmıyorsa sevincin türküsünü
nerde benim baharım
dalım yaprağım nerde
gece çökmüş üstüne kerpiçsel yalnızlığın
sanki kaplan pençesinde bir manda böğürtüsü
ne kuş kalmış ne çiçek
ne kırmızı ne yeşil
sapsarı karanlıkta yerler bahar ölüsü”