Mağduriyetin kuyusunda

Cenk Mutluyakalı

Kıbrıslı Türkler, siyasi eşit bir toplum olarak kendi kendilerini yönetmek istiyor.
Bu net!

Ama bir şey daha istiyorlar:
Dünyada kabul görmek ve adanın bütününde söz sahibi olmak.

Kimse, “Kıbrıs Cumhuriyeti”ndeki haklarından vazgeçmiyor.
Avrupa Birliği üyeliğinden örneğin…
Hatta…
Bu toprakları yurt edinen ama o hakka sahip olmayanlar bile önce AB üyeliğini istiyor.

***
İşte bu yüzden “ayrı ayrı” diyenlerin çıkmazı buradadır.
Nereden ayrılıyoruz?
Neyi terk ediyoruz?
Kıbrıs ülkesinde sahip olabileceğimiz tüm hakları mı?

Kendininin ve evlatlarının ve torunlarının cebinde Avrupa Birliği kimliğiyle gezenler, buna sahip olmayan insanları, "ayrı devlet" masallarıyla avutuyor, kendi yakınlarına avanta dağıtıyorlar.

Sahi şimdiki zihniyetle “mülkiyet” ne olacak?
Hep tedirgin, huzursuz, diken üstünde mi yaşayacağız?

Hep bu “sıkışmışlık” duygusuyla mı?

***
Bir hatırlatma…
Yıl 1997.

Rauf Denktaş, iki toplumlu, iki bölgeli federasyon tezinden vazgeçti; iki devletlilik temelinde konfederasyonu “yeni” Kıbrıs politikası olarak dünyaya ilan etti.

İki egemen devlet arasında sınırlı işbirliği önerdi.
Görüşmelerin “devletten devlete” yapılmasını istedi.

Hani şimdi “ilk biz önerdik” diyorlar ya…
O da yalan.

Bir hatırlatma daha…
23 Nisan 1998’de Süleyman Demirel ve Rauf Denktaş ortak bir deklarasyona imza attı. Demirel, “Bunun altına inmek yoktur” diyordu:

Kıbrısta bugün eşit iki ayrı halk, devlet ve demokratik yönetim mevcuttur. Kıbrıstaki bu gerçekler ile Kıbrıs Türk halkının egemenlik hakları kabul edilmedikçe kalıcı bir çözüme ulaşılamaz.”

Ne oldu?
Bunlar da aslında “müzakere pozisyonu”ydu…

Avrupa Birliği, Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’yi aday ülke kabul edince; Ankara federasyon tezine döndü, Annan Planı’na “evet” dedi.

***
Kıbrıslı Türk bugün adada “azınlık” değil, “kurucu ortak”sa…
Yani “eşit”se…
Bunu Kıbrıs Cumhuriyeti’ne borçludur.
Federal ortaklığa…
Hatta “garantörlük” de doğrudan bununla ilgilidir.
Türkiye, Ersin Beyin koltuğunu değil, Kıbrıs’ın toprak bütünlüğünü garanti etmek için buradadır.
Yani ortaklığı…

Bugünkü mesele, “kurucu devletler”i güçlü kılacak ama bugünkü rezil düzene benzemeyen, dünyanın kabul edeceği, AB ve BM üyeliği olan, adanın tüm imkânlarını birlikte paylaşacağımız bir ortaklıktır.

Hatta…
Dünyanın kabul edip tanıyacağı kurucu devletleri başarmanın belki de tek yolu, federal ortaklıktır.

Yoksa öyle bayrağa sarılarak, şehitlerin sırtından etrafını semirterek, milliyetçi söylemlerle yolsuzluğu ve arsızlığı büyüterek sonuç alınmıyor.

***
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Colin Stewart, adadan ayrılırken çok samimi saptamalar yaptı.

BM, giderek bu “statüko”nun bekçisi haline gelirken, yine de hem Ödül Aşık Ülker hem de Ulaş Barış’la yaptığı röportajları özellikle okumanızı öneririm.

Stewart diyor ki:
“Burada en çok hatırlayacağım şey, çözüm bulunamadığında acı çekenlerin halk olduğudur.”

Ve şu cümle…
“Bir anlaşmaya varmak istiyorsanız, her iki tarafın da taviz vermesi gerekir.”
Kabullenmediğimiz gerçek bu.

Kendi mağduriyet anlatılarında boğuluyor toplumlar.
Stewart’ın sözleri durumu özetliyor:

Her iki taraf da uzun süredir devam eden, tek taraflı tarihi söylemler yüzünden, kendi içinde konuşuyor.

Her iki taraf da kendisine haksızlık yapıldığını, kendi acısını, kendi mağduriyetini anlatıyor; diğer tarafı düşman ya da haksız ilan ediyor.

Ve her iki taraf da Mağdur biziz, o yüzden taviz vermemiz adil olmaz diyor.

Elbette bunda bir gerçeklik payı var; ama her iki taraf da acı çekti, sadece bir taraf değil.”