Lisili altı “kayıp” sevdiklerine dönüş yolunda...

Sevgül Uludağ

Teker teker dönüyorsunuz ailelerinize, sizi bekleyen sevdiklerinize, küçücük tabutlar içinde...

Hiçbir zaman bir “Yassu” diyemedik, hiç tanışamadık sizinle...
Oturup birer sade kahve içemedik.
Bir sofrada bir sohbeti paylaşamadık.
Siz “kayıp” edildiğinizde ben 15 yaşında genç bir kızdım – sizler kiminiz evli barklı, çoluklu çocuklu, kiminiz bekardınız...
Fotoğraflarınıza bakıyorum: Ne kadar genç, ne kadar ışıltılı, hayata dair kim bilir ne büyük umutlar içindeydiniz...
Fotoğraflarınızı istiyorum Lisili sevgili arkadaşım Kiriakos Andreu’dan – gidip fotoğraflarınızı buluyor, bana gönderiyor.
Şimdi artık fotoğraflarınızdan tanıyorum sizi, yakınlarınızın anlattıklarından...
Fotoğraflarınız sizin siyah beyaz suretleriniz, artık bir daha saçınızı tarayamayacak, böyle siyah-beyaz vesikalık fotoğraflar çektiremeyeceksiniz. Bunlar tarihe düşülen birer not gibi kalacak – hiç yaşlanmayacaksınız, saçlarınız hiç beyazlanmayacak, cildiniz hiç kırışmayacak – sırt ağrıları, diz ağrıları, romatizma ağrıları çekmeyeceksiniz. Huzur içinde yaşlanma hakkı alındı elinizden – bazı Sindeli Kıbrıslıtürkler tarafından esir alınmıştınız Attaslar’ın mandrasında – sivildiniz, asker değildiniz, silahsızdınız... Orada bulunmanızın tek nedeni, Kostas Attas’ın bir gün önce Lisi’ye (Akdoğan) mandraya gidip hayvanlarını yedirmeye çalışması ama Ksilotimbu’ya göçmen kampına geri dönmemesiydi... Kostas’ı merak eden kardeşi Hambis, gidip Yangos Yerobaba’yı bulmuş, “Kardeşim dönmedi, gidip onu alalım” demişti.
Tarih 18 Ağustos 1974’tü – birkaç günden beridir Lisili Kıbrıslırumlar, geride bıraktıkları hayvanlarını aç susuz bırakmama kaygısıyla, Lisi’den kaçıp Ksilotimbu’ya gitmiş oldukları halde geri gidiyorlardı Lisi’ye, hayvancıklarını yedirmeye, belki evlerinden birkaç parça eşya, bir battaniye, bir yorgan ya da bir çift ayakkabı veya biraz yiyecek almaya... Ksilotimbu’da açıkta, ağaçların altındaydı yüzlerce göçmen ve hiçbirşeyleri yoktu...
Böylece yola çıkmıştınız sabah sabah, Yangos’un yanında küçük kardeşi Andonis Yerobabas da vardı, Hambis (Haralambos) Attas vardı arabada, Ksenis Russos vardı ve Panayis Spiru... Beş kişiydiniz... Lisi’deki mandranın yakınlarına gittiğinizde, mandranın dışında saklanmakta olan bir başka Lisili Kıbrıslırum’la karşılaşmıştınız.
O sizi uyarmıştı:
“Kostas mandrada ineklerini yedirirdi, onu gördüm ama çevresinde askerler vardı, askerleri da gördüm... Ben da bu büyük kayanın arkasına saklandım... Geceleninca usul usul geri döneceğim – gitmeyin siz da” demişti.
İnsan kardeşini nasıl geride bırakabilir? Hambis’in yüreği dayanmazdı buna, gene da gidip bir bakmak istemişti, Kostas’ı bulmak...
“Bir gidip bakayım, siz bekleyin” demişti Hambis ve mandraya gitmişti – mandradan 400 metre kadar uzaktaydınız, böylece Hambis yaya olarak gitmişti mandraya, sevgili abisini bulmaya...
Mandraya gittiğinde seslenmişti gruba, “Gelin da bir şey yoktur” diye – oysa bir grup Sindeli Kıbrıslıtürk üniformalı mücahit mandrada saklanıp sizlere tuzak kurmuşlardı – hepiniz de mandraya gelince sizi tutuklamışlardı. Sivildiniz, üniformalı değildiniz, silahınız yoktu. Asker değildiniz... Sizi alıp Sinde’ye (İnönü) götürmüşler ve daha sonra da kurşuna dizerek bilinmeyen bir noktaya gömmüşlerdi.
Bereket versin sizi iyi gömememişlerdi ve bir tanenizin ayakkabısı toprakların dışında kalmıştı – daha sonra ihtiyar bir Kıbrıslıtürk bunu görecek ve öylece gelişigüzel bir çukura atılmış olmanıza yüreği dayanamayıp gidip bir şiro bulacak, sizi doğru düzgün defnedecekti...
Bu Sindeli Kıbrıslıtürk, yıllar sonra, sizi ve Lisi’nin diğer “kayıpları”nı ararken, bölgeden çok değerli bir okuruma bu yeri gösterecekti...
Bu okurum da bana bu gömü yerini gösterecek, sonra da birlikte Kayıplar Komitesi yetkililerine bu gömü yerini ve az ileride bulunan bir başka gömü yerini daha gösterecektik...
Kazılar yapılacak ve sonuçta sizden geride kalanlar aynı çukurdan çıkarılacaktınız – altınız da oradaydınız... Yangos ve Andonis Yerobaba, Kostas ve Hambis Attas, Ksenis Russos ve Panayis Spiru... Yangos ve Andonis kardeşler, Kostas ve Hambis kardeşler, ölüme kucak kucağa gitmiştiniz. Ksenis ve Panayis de akrabaydı... Panayis, Ksenis’in karısının kardeşiydi yani Panayis de kaynı Ksenis’le kucak kucağa ölüme gitmişti...
Yangos ve Andonis’in kardeşi Yorgo Yerobaba, Lisili “kayıplar”ın bulunması için, Lisili Kiriakos Andreu’yla birlikte çok çaba sarfetti, çok uğraş verdi – yıllarca bu işin peşini bırakmadı... Onunla, Larnaka’da Kiriakos Andreu’nun ofisinde buluşup röportaj yapmıştık – bir yandan ben Sinde-Lisi-Kondea civarındaki olası gömü yerlerini Kayıplar Komitesi yetkililerine okurlarımla birlikte gösterir, kazılar yapılırken, pek çok kez Yorgo Yerobaba ve Kiriakos Andreu’yla Sinde, Lisi ve Kondea yörelerini ziyaret ettik, başka olası gömü yerlerine baktık – lakabı “Serçe” olan bir başka “kayıp” Lisili Dimitris Strufos’un olası gömü yerini Kayıplar Komitesi’ne birlikte gösterdik... Bölgede kazı yapan Kayıplar Komitesi arkeologları da, Kayıplar Komitesi yetkilileri de hem bu olası gömü yerlerini gösteren okurlarımı, hem de Yorgo Yerobaba’yla Kiriakos Andreu’yu ve Yerobaba ailesinin diğer fertlerini tanıyorlardı artık – çünkü kazılar yürütülürken zaman zaman bu yerleri birlikte ziyaret ediyorduk... Sonuçta bölgeden çok değerli okurumun gösterdiği iki olası gömü yerinden altınız bir arada ve sizden başka iki “kayıp” şahıs daha bulunduğunuz yere yakın bir noktada bulundunuz... DNA testleri sonucu kimlikleriniz tespit edildi ve bugün artık ailelerinize geri dönüş süreciniz başlıyor...
Kimilerinizin akrabaları artık hayatta değil ama hayatta olanlar sizlerden geride kalanları küçücük tabutlar içinde alıp defnedecekler...
Sizler için cenaze törenleri düzenlenecek, çiçekler koyacağız mezarlarınıza ve artık isimsiz bir çukurda değil, üstünde adınız, soyadınız yazan, fotoğrafınız bulunan birer mezarda sonsuz istirahatinize yatacaksınız...
Böylesi bir ölümü asla haketmediniz – tıpkı başka “kayıplar”ın, Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum başka “kayıplar”ın haketmediği gibi...
Siz bir çatışmada öldürülmediniz, sivil olarak esir alındınız, üstünüzde üniforma ya da silah yoktu – ellerinizi havaya kaldırdınız ve daha sonra kurşuna dizildiniz...
Sizleri kurşuna dizenler hakkında da pek çok şey anlatılıyor – her kim ki size kurşun sıktı, tetiği çekenler de, aileleri de musibetlikten kurtulamadı...
Doğa onları bir şekilde çeşitli biçimlerde cezalandırdı... Halkımızın deyimiyle “Ettiklerini buldular” bir şekilde...
Elbette bu herhangi bir “rahatlama” getirmiyor çünkü maksat “intikam” değil, maksat bu topraklarda bir daha asla böylesi korkunç cinayetlerin işlenmemesini, insanların soğukkanlılıkla infaz edilmemesini sağlayabileceğimiz bir ülke yaratmak...
Kanınız Sinde topraklarında akıtıldı – Kıbrıs olağanüstü güzellikte bir yer ama her tarafı kan lekeleriyle dolu: Muratağa, Atlılar, Sandallar’da Kıbrıslıtürk kadınlar ve çocukların – silahsız sivillerin kanları akıtıldı toprağa EOKA-B’ci bir grup tarafından... Sizin kanınız Sinde topraklarına akıtılırken, Dohnili iki otobüs dolusu Kıbrıslıtürk’ün kanı da Palodya’da, Yerasa’da, Pareklişa’da toprağa karıştı... Gene silahsız, sivil, işinde gücünde, üniformasız Karpazlı Kıbrıslırumlar’ın kanı Galatya topraklarına akıtıldı, Galatya gölüne gömüldüler ve adlarına da “kayıptır” dendi... Adamızın neresine gidersek gidelim ister 1963’ten, ister 1974’ten olsun, ister Kıbrıslıtürk, ister Kıbrıslırum olsun, “kayıp” Kıbrıslılar’ın kanı akatıldı her bir köşeye, her bir köye, her bir kuyuya...
Tüm bunlardan bir ders çıkarabilecek miyiz acaba?
Birbirimizi “düşman” bellemekten, birbirimizin işlerini engellemeye çalışmaktan, birbirimizin mallarının üstüne oturmaktan vazgeçip aslında kimseciklere ihtiyacımız olmadığını, ancak birlikte düşünüp birlikte hareket edip, birbirimizin iyiliğini kollayabildiğimiz zaman bu topraklara ancak o zaman barış geleceğini anlamak için aradan daha kaç yıl geçmesi gerekecek?
Kaç kuşak kuşkularla büyütülecek? Kaç kuşak yarı-gerçeklerle, bol bol yalanla yetiştirilip kuşkular ve korkular daha ne kadar beslenecek?
Küçücük tabutlarda geri almak istemiyoruz hiçbir Kıbrıslı’yı, ister Kıbrıslıtürk, ister Kıbrıslırum olsun...
Küçücük tabutlarda ölümü değil hayatı kucaklamak istiyoruz...
Yeryüzünün bu olağanüstü güzellikteki bu adacığında toprağımız yeterince kan içti bol bol, yeterinden fazla gözyaşı döktü insanlarımız, yeterinden fazla acı çekti – kişi başına acı miktarı çok yüksek bu adada demişti bir zamanlar bir şair... Evlatlarımız hiç tanımasın böylesi acıları – kimsecikler kurşuna dizilmesin, bir çukura atılmasın, bir kuyuya gömülmesin – evlatlarımız böyle günleri hiç görmesin...
Lisi’nin altı evladı, küçücük tabutlarınızda ailelerinize kavuşmaya başlıyorsunuz – bu korkunç trajediyi yaşamış, günlerce yolunuzu beklemiş, senelerce sizi aramış, sormuş soruşturmuş, yürekleri hep dönüşünüzü beklemiş sevdiklerinize kavuşuyorsunuz...
Bu korkunç trajediden çıkarabileceğimiz tek umut, belki ölümleriniz ders olur gelecek kuşaklara ve kimsecikler bir daha bu adayı kana bulamaya kalkışmaz... Belki bu küçücük tabutların bize anlatabileceği tek şey budur: Savaşta asla kazanan yoktur, kaybeden hep bu toprakların insanlarıdır – öksüz bırakılan çocuklar, dul bırakılan eşler, mutlulukları, hayatları çalınan gençler...  Bu trajik geri dönüşünüzden çıkarabileceğimiz tek umut bu olsa gerek...