Linç ve Keyfilik Salgını Ceza Adaletini Hastalandırıyor

Aslı Murat

Salgın sebebiyle yaşadığımız sorunlar yetmezmiş gibi, evlerimize kapandığımız sürede, bir tutuklunun cezaevinden firar etmesi meselesi ile uğraştık. Basın mensuplarınca yakından takip edilen arama çalışmalarını, anbean izleyebildik. Saatler hatta günler geçtikçe daha da hırslandık.  Toplumun büyük bir kesimi, yakalanma anından sonra tarafını değiştirmiş olsa da, ilk başlarda Polis Teşkilatı mensuplarını ve diğer güvenlik güçlerini tiye aldı. Hemen hemen aynı grup, yakalanmanın ardından, gözü dönmüş bir linç güruhuna dönüştü. Burada sarf edemeyeceğim işkence ve kötü muamele yöntemleri icat edip, firariye uygulanmasını talep etmeye başladılar. Şeriat ile yönetilen ülkelerin bile aklına gelmeyecek cezalandırma yöntemlerinin bu denli kolay dile getirilmesinin, sosyal psikologlar tarafından iyice değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü tüm söylenenlerin, sağlıklı bir zihin tarafından sarf edilmesinin pek mümkün olmayacağı kanaatindeyim.

Toplumun akıl tutulmasını bir kenara bırakıp, modern cezalandırma yöntemlerine değinmek istiyorum. Hukuk hepimizin de bildiği gibi, yaşayan ve sürekli değişim gösteren bir alandır. Tarihten bugüne kadar, özellikle ceza adaleti konusunda yapılan çalışmalarda; suçun önlenmesi, suç sonrası cezalandırmanın belirlenmesi ve suç işleyen bireylerin iyileştirilip topluma dâhil edilmeleri yönünde ciddi ilerlemeler katedildi. Buna göre ceza yasalarınca belirlenen düzenlemelerin; suçun oluşumunu engelleyici ve uyarıcı olması yanında aynı zamanda insana saygı ilkesine dayanması, işkence ve kötü muamele içeren uygulamaları etkin biçimde yasaklaması, insan onuru ile bağdaşmayan bir içeriğe sahip olmamaları gerekir. Bizim ceza yasamıza bakıldığında –Mahkemelerce uygulanmasa bile-  hâlâ insanlık onuru ile bağdaşmayan cezalar vardır. Keza işkence de suç kapsamına alınmamıştır.

Tüm bu çerçeveden bakıldığında, küçük kesitlere hapsolmayıp büyük resim incelendiğinde, KKTC’deki cezalandırma sisteminin ciddi anlamda ele alınması gerekir.  Konu Mahkemelerde gerçekleştirilen yargılamalar ile sınırlı değildir. Bir firarinin kaçması ve güvenlik güçlerini günlerce uğraştırması sonrasında yapılması gerekenler, birçok bileşeni içinde barındırır. Devletin pek çok birimi bu tartışmadan nasibini almalıdır. Ayrıca herkesin bir gün, suç işleme ihtimali vardır, hatta işlemese bile bir iddia sonucunda yargılanabilecektir. Genel manada düşünemesek bile, devlet eliyle yapılacak her türlü fiilin, bir gün bizim de kapımızı çalabileceği gerçeğini kavramalıyız. O yüzden işkence ve kötü muameleyi onaylayan insanlıktan çıkmış cümleleri sarf ederken biraz daha dikkatli olmalı, işlenen bir suçun cezasını belirleme görevini Mahkemelere bırakmalıyız. Unutmamalıyız ki dünyanın hiçbir yerinde, insan haklarını hiçe sayan şiddet fiilleri kullanarak suçlar sona erdirilmemiş, mağdurların hakları korunamamıştır. Aksine şiddet şiddetin daha da katmerlenmesine neden olmuştur.

***

Konunun bir diğer boyutu da tutuklu ve mahkûmların barındırıldığı cezaevi koşullarıdır. Yıllardır dile getirilen sorunlar, zaman zaman mahkûmların açlık grevi gibi çeşitli eylemler yapması neticesinde daha fazla görünür kılınır. Genel itibariyle; cezaevi tüzüğünün idareye – özellikle müdüre- keyfi yetkiler vermesi, şartlı tahliye tüzüğünün hatalı – yetersiz olması ve cezaevi içerisindeki gayri insani yaşam ve gardiyanlar açısından çalışma koşulları, hak ve özgürlükler konusunda adaletten yana tavır alan herkesin malûmudur.

Kapasitenin çok üstünde insan bulunduran cezaevinde;  tuvalet, banyo, beslenme ve barınma ihtiyaçları gibi insani durumların ne kadar vahim boyutta olduğunu söylemek mümkün. Gardiyanların - mahkûmlarla, mahkûmların kendi aralarındaki ilişkilerde yaşanan sorunlar, kadın mahkûmların özel ihtiyaçlarının yeterli şekilde karşılanıyor olup olmadığı ve çocuk yaşlarda içeri girme durumunda olan kişilerin topluma yeniden kazandırılması noktasında da pek çok sorun vardır. İçerisi, ıslah etmekten öte, yeniden suçlu yetiştirmeye varacak noktaya gelmiştir. Oysa ki fiziki iyileştirme yanında yasal anlamda atılacak adımlarla (mesela cezaevinin denetiminde, sivil toplumda ilgili kuruluşların gözlem yapıp raporlar hazırlayabilmesine imkân tanıyacak yasal düzenlemelerin geliştirilmesi) daha adil bir cezalandırma sistemi kurulmalıdır.

***

Son olarak, geçtiğimiz günlerde değişiklik yapılan Şartlı Tahliye Tüzüğü’ne göz atalım. Cezalarının belli bir kısmını çeken kişiler (cinsel suçlardan tecavüz istisna tutularak), şartlı tahliye kuruluna başvurabilirler. Bu kurul birçok siyasi mevki (içişleri bakanlığı müsteşarı, cezaevi müdürü, sosyal hizmetler müdürü gibi) yanında savcılar, polis genel müdürleri ve akıl hastanesi başhekiminden oluşmaktadır. Üyelerden de görüleceği üzere, mahkûmun haklarını kendi adına dile getireceği herhangi bir kimse, diğer bir ifade ile iddia makamın namına savcı varken savunma adına kimse yoktur. Ya mahkûmun tayin edeceği bir avukat ya da K. T. Barolar Birliği temsilcisinin mutlaka orada bulması gerekir. Ayrıca cezaevinde olan psikolog yerinde (ki başvurucularla temas halinde olan kendisidir) Akıl Hastanesi başhekiminin o kurulda yer alması anlamsızdır. Buna ek olarak tüzükte belirlenen “iyi halli olmak” tabiri de keyfi kararlara neden olmaktadır. Birçok örnekte, keyfi ret ve kabullerin yaşandığını görüyoruz.

Şartlı tahliyenin başlıca amacı, cezanın toplumun içinde çekilmesi ve bu sürede de iyileşmenin sağlanmasıdır. Çünkü kişi o dönemde beraat etmiş veya cezasını tamamlamış sayılmaz. Özellikle şartlı tahliye süreci içerisinde, hapishane dışında geçirilecek zamanda, mahkûmun topluma yeniden kazandırılması ve iyileşmesi için gereken eğitim, denetim programları yoktur veya iş bulma imkânları da yaratılmamaktadır. İmzalanan bir taahhüt belgesi ile, dışarıda geçirilecek zamanda “iyi hâlli” olunacağı söylenmektedir. Birçok kişinin bu denli yalnız bırakılması, sonradan suç işleyip yeniden cezaevine dönmesine neden olmaktadır.

Dünya örneklerine bakıldığında, bahsi geçen keyfilikleri önlemek adına şartlı tahliye sürecini, yargılamayı yapan mahkeme veya özel bu konu ile ilgilenen mahkemeler belirler. Böylece kişi açık ve gerekçeli şekilde, hangi koşullarda şartı tahliyesini gerçekleştirebileceğini bilmekte, keyfilik azalmaktadır. Ayrıca kararlar için istinafa başvurma hakkı da doğmaktadır. 2018 yılında İçişleri eski Bakanı Ayşegül Baybars’ın girişimi ile bir değişiklik önerisi hazırlanmış, Barolar Birliği’nden de buna yönelik görüş talep edilmişti. Geniş çaplı bir çalışma yapıp iletmiştik ama sonrasında herhangi bir gelişme yaşanmadı.

18 Şubat günü tüzükte yapılan değişiklik, salgın sebebiyle cezaevindeki yığılmayı azaltmayı amaçlamış ve daha kısa sürede kurula başvuru imkânı yaratmıştır.  Bu ve bunun gibi günü kurtarmaya dönük adımlar, ülkedeki suç grafiğini aşağıya çekemeyecek, daha fazla mağduriyet yaşanmasına neden olacak ve adaletin tesisine hiçbir katkı sağlamayacaktır. En kısa zamanda işkence ve kötü muamelenin suç kapsamına alınması, cezaevinin fiziki koşullarının iyileştirilmesi, cezaevi tüzüğündeki insan hakkı ihlallerine zemin yaratan keyfilik ortadan kaldırılmalı ve şartlı tahliye tüzüğü modern ceza adaleti ilkeleri doğrultusunda yasa hâline getirilmelidir.