Leymosun’da bevvap Şöhret Hanım’ın luvana çorbası… 

Sevgül Uludağ

Bundan tam 87 sene önce, rahmetlik anacığım Türkan Uludağ henüz 21 yaşındayken, takvimler 1938’i gösterirken, Leymosun’daki ilkokulda bevvap Şöhret Hanım’ın luvana çorbasını içtiydi… 

21 yaşındaki genç bir öğretmen olarak Leymosun’a tayini çıkmıştı. Bunun nedeni belki da abisi Mustafa Soyer’in Leymosun’da olmasıydı… Müfettiş İbrahim Bey, rahmetlik anneciğimin abisinin yanında kalabileceğini düşünerek onu Leymosun’a göndermiş olabilirdi – en azından anneciğimin tahmini buydu…

87 SENE ÖNCE ANNEMİN İÇTİĞİ ÇORBA...

Rahmetlik anneciğim 1 Eylül 1938'de yani bundan tam 87 sene evvel, genç bir öğretmen olarak Leymosun'a becayiş edildiğinde okuldaki bevvap Şöhret Hanım'ın yaptığı luvana çorbasını hayatı boyunca hiç unutmadıydı. Hatıralarında şöyle yazdı anacığım:

"LİMASOL’DA ÜÇ YIL…

“Altı ay süreyle Viktorya İnas Okulu’nda ikinci kez eğitim aldıktan sonra ikinci defa okulu bitirip diplomamızı aldık… Diplomamı aldıktan üç ay sonra da Limasol’a tayinim çıktı.

Limasol, Kıbrıs’ın güneyinde kocaman ve mamur bir yer. Rum-Türk beraber yaşarlar. Ağabeyim Limasol’da öğretmen olduğu için, Başmüfettiş İbrahim Bey beni de Limasol’a göndermiş ki ağabeyimle kalayım. Çünkü o zamanlar genç bir kızın tek başına bir evde kalması hoş karşılanmazdı…

1 Eylül 1938’de okul açıldı. Arkadaşlar beni çok iyi karşıladılar. Okulda Başöğretmen Akile Hanım, Seyyide Hanım, Güzide Hanım ve ben, dört öğretmendik. Diğer öğretmenler yaşlı başlı, sadece ben 21 yaşındaydım. Çocuklar beni çok sevdiler. Okula gelince, iş taksimi yaptık. Ben Birinci sınıf, Beş ve Altıncı sınıfı okutacak, 3. Ve 4. Sınıflara da beden eğitimi, şarkı ve resim öğretecektim.

Birinci sınıf 81 kişiydi. Hepsi kocaman bir odada toplanmıştı. Sınıflar şimdiki gibi 1A, 1B, 1C diye ayrılmazdı. Her dersin ayrı bir öğretmeni de yoktu. Her gün öğleden sonra okul vardı. Sadece Perşembe günleri yarım gün, Cumaları da tatildi. Hafta, Cumartesi başlardı.”

ŞÖHRET HANIMIN LUVANA ÇORBASI

“Okulumuzda Şöhret Hanım isimli bir bevvabımız vardı. Tatlı dilli, güzel huylu ve işgüzardı. O zaman kız ve erkek çocuklar, ayrı ayrı okullara gidiyorlardı. Kış günleri okulda çocuklara çorba vermemiz emredildi. Hemen yeşil kumaş alıp çocuklara birer yemek önlüğü diktim. Birer çukur çinko tabak, çatal, kaşık, bardak alındı. Her gün Şöhret Hanım, ocağa odun doldurup yakar, kazanı üstüne oturtur ve bir kazan Luvana çorbası yapardı. Çorbanın kokusu ortalığa yayılırdı. Çorba pişer pişmez, Şöhret hanım dört çay fincanı çorba doldurur, “Üşüdünüz be kızlar, size sıcacık çorba getirdim” diyerek çorbaları öğretmen masasına dizerdi. O çorbanın tadı damağımızda kalırdı. Saat 12 olunca zil çalar, çocuklar masalara dizilirdi. Erkek okulunun çocukları da gelir, bizim okulda çorba içerdi. Her çocuğa bir urup ekmek (ekmeğin dörtte biri) ve bir tas çorba verilirdi. Bazan çocuklar çorbalarını içer, sonra evlerine giderlerdi. Günde iki öğretmen çocuklara bakmak için kalırdı. Bir gün Erkek Müdür’le ben kaldık. Çocuğun biri doymamış, “Biraz daha ekmek alabilir miyim?” dedi.

Müdür sinirlendi, çocuğun kafasına eliyle vurdu. “Haspanı ye da doy” dedi. Ben itiraz ettim. “Bu yaptığınız doğru değil. O çocuğun fakirliği ve açlığı zaten kendine yeter. Belki sabah okula aç gelmiştir. Lütfen bir daha yemekte çocuklara vurmayın. Onlara zaten Allah vurdu” dedim. Müdür çok utandı, özür diledi. “Boşta bulundum hocanım, özür dilerim” dedi. Benim tepkim karşısında da utancından gözleri doldu. Bir daha çocuklara vurmadı…"

HERKES SARI MERCİMEK ZANNEDER...

Luvana, kırılmış sarı bizelya ama mercimeğe benzediği için herkes sarı mercimek zanneder. Kıbrıs'ın kuzeyinde orijinal Kıbrıs kültürüne yabancılaşma, orijinal yemeklerimizden uzaklaşıp özenti, kelalaka ıvır zıvıra takıldığı için millet, luvana bulmak da marifet işi. Oysa Kıbrıs'ın güneyinde orijinal Kıbrıs yemeklerimiz korunup yaşatıldığı için, marketlerde luvana bulmak golay... 

BUMBAR SUYUNA LUVANA ÇORBASI...

Rahmetlik anacığımın ruhu için bu gece ben da luvana çorbası ettim..

Hep yanımda hissettiğim, çok özlediğim anacığımın ruhu için...

Elimin altında bumbar suyu var diye gullandım yoksa tavuksuyu, dil suyu, kemik suyu, et suyu vs. da gullanabilirdim. Luvana çorbasıyla ilgili olarak Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar'ın çeşitli tariflerini okudum, sevgili Filiz Çağın'a danıştım, nihayetinde bildiğim evliyaya çağırmaya karar verdim ve çorbayı şu şekilde yaptım:

1 fincan luvanaya 1/3 fincan baldo pirinç ekleyip süzgeçte bol suyla yıkadım ve süzülmeye bıraktım.
1 soğan doğrayıp bir çorba kaşığı zeytinyağı ile 1 çorba kaşığı ayçiçeği yağında iyice gavurdum. Buna süzülmüş luvana ve pirinci ekleyip 2-3 dakika daha gavurmaya devam ettim. Sonra gaynar gaynar bumbar suyu ve bir litre kadar da  gaynar su ekleyip karıştırdım. Bir bütün ekşinin suyunu, duz, karabiber ve yarım da Maggi ekledim. Ne yazık ki turunçlar daha gunduridir, yetilmediler, yurdumuzdaki çölleşmeden dolayı, oysa geçen sene böyle zaman çorbalara turunç sıkardık. İklim değişikliği, inşaatlar, yeşilin yok edilmesi, memleketimizi öksüz ağaçlar, öksüz hayvanlar, öksüz insanlar ülkesine dönüştürdü.  Oysa turunçlar yetilmiş olsaydı, bu çorbaya ekşi goymazdım... Filiz arkadaş “Portokal da olur” diye önerdiydi ama ona da cesaret edemedim çünkü portokalın ekşiliğini ve yemeğin doğasını nasıl değiştireceğini kestiremedim. Çaresiz ekşi gullandım, buna da şükür diyerekten...

Çorba fokurdayınca düdüklünün kapağını kapattım, düdük çaldıktan sonra en kısık ateşte 12 dakika pişirdim. 12 dakika pişirmek gerektiğini, can arkadaşım Suzan'dan öğrendiydim. O, deneye yanıla keşfetti bu süreyi. Aksi halde dibi tutabilir.

Düdüklünün kapağı açıldıktan sonra 25 dakika çok kısık ateşte lıklık pişirmeye devam ettim, arada bir garıştırarak... En önemlisi, dibinin tutmasını engellemek ve çok yavaş pişirmek, lüzum ettiğinde birazcık gaynar su eklemek, dadına duzuna bakıp takviye yapmak...

Bişti, dinlendi… En sevdiğimiz Brezilya'dan gelme ipek karanfil motifli tabacıklara gurtardım,  zeytin-ekmekle servis ettim, üstüne ekstradan ekşi sıkıp içtik.  Çok hafif bir çorba oldu.  Rahmetlik anacığımın ruhu için gene yapacam...

Resimlerden birinde 1938 yılında rahmetlik anacığım Türkan Uludağ, 21 yaşında genç bir öğretmen olarak Leymosun'da... Bir Hollywood yıldızı kadar güzel ama en önemlisi onun ruhu çok güzeldi çünkü güzellik gelip geçer. İnsaniyetimiz, ruhumuzun güzelliğidir geride kalıp anılan…

Nur içinde yat anacığım, her zaman kalbimdesin...

Annem ve çocuklar için o güzel luvana çorbasını yapan rahmetlik bevvap Şöhret Hanım da nur içinde yatsın… 


“Kiraz Ağacı…”

Zeynep Aksoy/T24

Bir süredir yazmıyorum, yazamıyorum… Yaşadığım kaybın ağırlığında, her şey çok zor geliyor. Çabalıyorum ama, hayatta kalmaya, yaşamaya… Tiyatro festivalinde bazı oyunlara bile gittim. Ama, sanat üzerine yazacak ruh halinde değilim. Başka şeyler yazmak istiyorum.

İlk öykümü, yedi yaşımdayken, okuma-yazmayı öğrendikten çok kısa bir süre sonra yazmıştım. Adı “Kiraz Ağacı” idi ve öğretmenimiz 65 kişilik sınıfa okutturmuştu, neyse ki tahtaya kaldırarak değil de sıramdan. Ne kadar utandığımı anlatamam. Çekingenliğim bir yana, yazılı şeyler yüksek sesle okunmamalıydı bence, çünkü duyulmak müziğin alanıydı. Ortada bir drama yoksa tabii... O da tiyatronun alanıydı. Yazı, okunma sathıydı. Yedi yaşımda bunu biliyordum.

Hâlâ böyle düşünüyorum.

Ben, tuhaf bir aile karışımından geliyorum, bu coğrafyada doğup büyüyen, Osmanlı İmparatorluğu artığı çoğu insan gibi aslında. Babamın babası, Manastır doğumlu, Ahmet İhsan Aksoy, Atatürk cumhuriyetinin ilk valilerinden biri. Sarıkamış kayak tesislerini yaptırmış, Kars’a ve Muğla’ya vali, İstanbul’a vali yardımcısı olmuş. Annemin babası Hüseyin, Bosnalı, 1913 Balkan harbi göçmeni, İzmir’e yerleştirildiklerinde, evlerinden kovulan Rumların evleri gösterilmiş, “Hangisini isterseniz sizindir” denmiş, kabul etmemiş dedem, “Evi elinden alınan insanın evinde yaşayamam ben” demiş. Sürünmüşler sonra kiralarda. Onur, ahlak ve saygı, böyle bir şeydir. İnanılan doğrular uğruna, gerekirse sürünmeyi gerektirir.
Anneannem dört yaşında, yine 1913 harbiyle Bosna’dan gelmiş, annesiyle… Ailenin Bosna’da büyük bir çiftliği varmış. Savaş çıktığında, büyük dede (yani benim anneannemin babası oluyor) çok korkup çiftlikteki sarnıçta yaşamaya, eşi de (anneannemin annesi oluyor) at üzerinde çiftliği idare etmeye başlamış. Arada sarnıçtaki kocasına aç kalmasın diye, börek yapıp fırlatıyormuş içeriye… Bu saçmalık canına tak edince de kızını (anneannem) alıp, çiftliğe bay bay deyip Bosna’dan kaçan konvoya katılmış. Sarnıçtaki dedenin akıbeti bilinmiyor.

Ben bu Marquezesk öykülerle büyüdüm. Anneannem minik akordeon çalardı, annem ona mandolinle eşlik ederdi. Her şey daha ne kadar Balkan olabilir?

Babamın annesi, burjuva bir familyadan geliyor, Bulgaristan’da sanayici onlar, babaannem de İngiltere Kraliçesi Viktorya gibiydi, burnundan kıl aldırmazdı.

Burundan kıl aldırmamak işi ailede genel tema, iki aileye de yayılarak bana uzanan epigenetik bir örüntü gibi devam ediyor. Annem de burnundan kıl aldırmadığı için, ben Queen Viktorya ailesinin büyük mirasını kaybettim.

Dedem, Atatürk’ün ilk valilerinden İhsan Aksoy’un babaannemden önceki evliliğinden iki oğlu var. Bunlardan biri, Doğan Aksoy, komünistlikten ülkeden kovuluyor ve Fransa’da hayatına devam ediyor.
Bir devlet memurunun oğlu, komünist olduğu için, vatandaşlıktan çıkarılıyor. 50’lerin ortası ya da 60’ların başı olmalı.

Ne?

Tanıdık geldi mi? Bir benzerlik bazı şeylere?

Bu yazıda aile şeceremi dökmek zorunda hissettim. Çünkü annemle birlikte adeta bütün ailemi kaybettim ve hatırlamaya ihtiyaç duyuyorum. Çünkü, ailemin hikâyesi, sadece 102 yıllık bu Cumhuriyetin öncesine uzanan herkesin biraz hikâyesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun hikâyesi. Çünkü, güçlü kadınların hikâyesi. Çünkü, biraz da günümüze ait; toplumun en çok ihtiyacı olan şeyi barındırıyor: Ahlak…

Dedem Hüseyin, altı derece miyop gözleriyle bir camcı dükkânı açmış. İzmir’de ve ailesinin ekmeğini çıkarmış, evinden, yerinden yurdundan edilmiş insanların malına çökmeden… Bir şekilde başarmış ki şu an bu satırları size yazan bir ben varım…

Kuzenim dedemin yaptığını enayilik olarak görüyor. Ama kuzenim yetişkin ömrünü Adana’da geçirdi. “Anadolu İrfanı” ile yüceldi.  

Anneme geri geliyorum, oradan hiç çıkamadım ki zaten… 50’li yaşlarda annenin kaybı son derece normal aslında. 84 yaşında, dört yıl kanserle mücadele etmiş bir insanın kaybı da normal. Normal olmayan, benim babamı 4.5 yaşımda kaybetmiş olmam… “Telafisiz kayıpla 4.5 yaşında tanışmanın telafisi yoktur” demişti terapistim. İnancım da olmadığı için, ölüm ve kayıpla ilgili bir çıkış senaryom yok. Ben bildiğim şeylere inanırım, bilinmeyen bir şeye nasıl inanıldığını anlayamıyorum. Ahlaka inanırım ben, doğru ve dürüst olmaya, hak yememeye, bilgiye… Somut şeylere inanırım. İnanmam için bilmem, görmem ve beğenmem lazım…

Benim için annem ışıklarda filan uyumuyor, toprağın altında çürüyor... Kutsal kitaplar ve tanrılar ve tanrıçalar, yer yüzünde insanların ölüme karşı kendilerini rahatlatmak için yarattığı her türlü din, istedikleri gibi takılabilir. Benim bildiğim tek gerçek -ki bununla ne yazık ki 4.5 yaşımda tanıştım- annem ve diğer bütün ölmüş sevdiklerim, toprağın altında çürüyorlar. Yani, ölüm yok olmak demek.
Bir varmış, bir yokmuş… Bahçemde kocaman, şahane, her sene meyve veren bir kiraz ağacı vardı. Üst kattaki, pek de önemsenen psikiyatri profesörü komşum, manzarasını kestiği için budanmasını talep etti. Budandıktan sonra, öldü ağaç. Kesmek zorunda kaldık. Şimdi yerinde kocaman bir mantar büyüyor her sene, asla ellemiyorum.

Ölüm var ve ama, ölen her şey de yeni bir şeye dönüşüyor. İzin vermeli…

(T24 - Zeynep AKSOY – 21.11.2025)