KÖTÜLÜĞÜN SON HAMLESİ

Neşe Yaşın

Vizyondaki film “Kötülüğün son hamlesi” sanki. Düşünüp duruyorum bir süredir, içine girince görkemi ile insanı ağlama duygusuyla dolduran muhteşem Ayasofya’yı. Pek çok kez Kıbrıslırum arkadaşlarımla gittim oraya. Son derece seküler, entelektüel, çoğunlukla sol kültürel iklim içinden kişiler arkadaşlarım. Hissettiğim bir şey olmuştur hep: “Onlara hâkim ama benim tam da ayırdında olamadığım bir aidiyet duygusu vardı bu mekâna karşı. Onların ortaklaştıkları ama benim detaylarına inemediğim bir kültürel buluşma, çocukluktan bugüne taşınan bir içsel bilgiydi sanki bu… İçine doğduğumuz dinleri benimsemesek de kültürel kimliğimizin bir parçası haline geliyorlar. Bize çocukluğumuzu hatırlatan birer kimlik ikonu bazı mekanlar.

Kelimeler gibi mekanlar da çoklu anlam çağrışımları taşıyorlar. Yüzyıllardır kuşaktan kuşağa taşınan bir kültürel bilgi bu. Senin olmasa da büyükannenin, dedenin, yaşlı komşu teyzenin kültürel iklimine, duygu dünyasına ait bir içsel bilgi.  Arkadaşlarımın mekâna sonradan eklenen minarelerden rahatsız olup bundan hoşlanmamaları örneğin ve bunun benim için fazlaca bir anlamı bulunmaması düşündürmüştür beni. Aynı ideolojik duruşa, aynı politik kültüre ait olmamıza rağmen neden böyle diye kafa yormuşumdur.

Bir an Hala Sultan Tekkesi’nin bir kiliseye dönüştürüldüğünü ve bunun bir dinsel kimlikten öte kültürel bir kimliğe de saldırı gibi algılanacağını, bir kimlik ikonunun yağmalanması anlamına geleceğini düşündürdü bu bana. Çocukluğumun ilk yıllarının geçtiği Periserona’daki çifte şerefeli güzel cami örneğin – ki rahmetli beş Kıbrıs Lirası banknotu üstünde fotoğrafı vardı- yıkılsa ya da kiliseye dönüştürülse çocukluk hatıralarıma, ailemizin yaşlılarının anısına bir saldırı, onların bir zamanlar orada bulunan varlığını inkâr etme gibi algılardım bunu ve içim burkulurdu. Bir de insanlığa dair, ülkeye dair bir kültürel mirasa hor davranılması öfkelendirirdi beni.

Ayasofya’ya dair kötülük hamlesinin çoklu amaçları var kuşkusuz. Bu konuda çeşitli analizler dinliyoruz. Bunları tekrarlamak istemiyorum bu yazıda.

İstanbul’un o şahane meydanında sayısız anım var. Çoğu kez yabancı arkadaşlarımla. Ayasofya’ya girmek için upuzun kuyruklarda beklemişliğim var orada. Ayasofya ziyaretinden sonra Sultanahmet camiye gidilirdi genelde. Bazen bir imamın Hristiyanlara, Yahudilere karşı düşmanlık dolu sözleri yansırdı dışarıya. “Ne diyor?” diye sorulduğunda çevirmek istemez, kaçamak cevaplar verirdim. Yanımdaki arkadaşım dindar olduğundan değil, onu da bir biçimde kapsayan bir kümeye hakaret içerdiğinden yalnızca.

Dünya zaten yeterince yaralı farklı dinlerin, kültürlerin asırlar süren savaşlarından, yeni bir anlayış, bir medeniyetler barışı ve buluşması getirmek dururken böylesi bir provokasyona girişmek kötülüğün kendi hükmünü sürdürme çabası, politik ve ekonomik alandaki biçareliği ile başa çıkma hamlesi yalnızca.

Çocukluğumda İstanbul babaannem demekti. Babaannem Zekiye Şükran dedemden boşanınca belli ki 30’lu yılların sonunda Kıbrıs’ta boşanmış bir kadın olarak yaşamak istememiş ve aileye bir sağlık bahanesi uydurarak İstanbul’a gitmişti. O günlerin İstanbul’u bir rüyaydı benim için. İstanbul’da doğup büyümüş pek çok insandan daha iyi bilirdik belki de şehri. İstanbul’a gidişlerimizde her özel yeri ziyaret etmek isterdik çünkü.

Pek çok Kıbrıslı Rum arkadaşımın İstanbul’u Kudüs gibi kutsal bir şehir gibi algıladığını fark ettim sonraları. Dindarlıkla, milliyetçilikle ilgisi yoktu bunun. Coğrafyamızın kültürel mirasına dair bir gönül bağıydı yalnızca.

Geçenlerde Muflon kitabevine uğradım Lefkoşa’da ve yeni şiir kitapları aldım. İçimi titreten bu şiiri çevirdim o kitapların birinden. Yazı boyunca anlatmayı pek de beceremediğim o duyguyu hissettitir belki diye paylaşıyorum.

İSTANBUL HATIRASI

Sarayın mermer iskelelerine
Uzak ormanlı kumsallardan getirilmiş 
Yüksek ahşap desteler yerleştirilmiş
 Adeta düzenli aralıklarla

Ve diğer ince uzun ağaç gövdeleri
genç kız bedenleri gibi
Ve başka desteler kocaman devasa ağaçlardan

Ve durmaksızın yağar yağmur, inatçı yağmur
Sırılsıklam eder kasvetli odunları
Ve bayrak direklerinin mermerleri parlar
Su onları sonsuz kez yıkarken tekrar tekrar

Ve gökler ağır ve siyah
-Kim bilir hangi saatidir günün-
Bize umut bahşetmiyor
(Karşı kıyı kaybolmuş
Hiç olmamıştı belki de)

Deniz koyu ve vahşi
Onu döven yağmur damlaları gibi
İçinde uyanan canavarca öfkeyi
Bastırıyor can haviyle

Bu ıssız manzarada yok sanki hiç kimse
Ben yalnızca- yalnızca ben-
Dimdik duruyorum sırılsıklam 
Alnıma yapışmış kızıl saçlarımla
Beni bu soylu kıyıya getiren işkencesiyle aşkımın
Aklım o muhteşem ve gizemli manolyada
Bu bölgelerde yetişip çiçek açan

NIKOS ENGONOPOULOS
Çev: Neşe Yaşın