Kostas Kafkaridis: “Yaşadıklarımızı tek bir sözcükle özetleyebilirim: İhanet…” – 4 -

Sevgül Uludağ

Kıbrıs’ın güneyinden ve kuzeyinden,  15-20 Temmuz 1974’te yaşananlarla ilgili tepkiler, yorumlar, duygular…

 

 

 

Kıbrıs’ın güneyinde ve kuzeyinde, son bir haftadan bu yana 15-20 Temmuz 1974’te yani faşist darbe ile 1974’teki savaşla ilgili yaşananlara tepkiler, yorumlar ve duygusal paylaşımlar devam ediyor… Öne çıkan tema ise, “Acıların bayramı olmaz…”

Kostas Kafkaridis’in tanıklığı da, bu hafta sosyal medyada yayımlandı. Satiriko Tiyatrosu’nda ünlü bir tiyatro sanatçısı olan Kostas Kafkaridis, tiyatro sanatçılarımızdan Yaşar Ersoy’la da arkadaş…

Kostas Kafkaridis’in tanıklığını sosyal medyadan derleyip özetle okurlarımız için Türkçeleştirdik… Kostas Kafkaridis, şöyle yazıyor:

***  İşgalin başlangıcı beni Baf’ta yakalamıştı, Baf’ta orta dereceli okullarda öğretmenlik yapmaktaydım… İşgal başlayınca Baf’taki Piyade Bölüğü’ne gidip kaydımı yaptırdım… Yedek bir teğmen idim. Böylesi günlerde en zor şey, eşinizi ve küçük çocuğunuzu, onları bir daha görüp görmeyeceğinizi bilmeksizin geride bırakmaktı…

***  Doğrudan Mandriya köyüne gönderilmiştik, burada önemli sayıda TMT’ci vardı ve bunlar önemli oranda aktifti, burası da Kıbrıslıtürkler’in bölgesiydi. Çatışma başlamış ancak çoğu TMT mensubu, denizden Mutallo’ya doğru kaçmışlardı… Bu bölgeye girmiş ve bazı TMT savaşçılarını yakalamıştık. Ancak bazı kanı kaynayanlar, Kıbrıslıtürkler’le Türk ordusunun bizim askerlerimizi öldürmesine intikam olarak onları öldürmemizi istiyorlardı… Bu insanların gözlerindeki korkuyu gördüm… Ölümle karşı karşıya olduklarını biliyorlardı. Doğrudan müdahale ettim ben ve ortalığı sakinleştirmeye çalıştım.

***  Bizimkilere bunların savaş esiri olduklarını ve onları daha üst rütbedeki subaylarımıza götürüp teslim edilmesi gerektiğini anlattım. Bu konuda kesin konuştum: “Kıbrıs ordusu, tutukluları öldürmez…” Sonuçta onları ikna etmiştim ve Kıbrıslıtürk tutuklularımızı, üst makamlarımıza teslim etmiştik – daha sonra memnuniyetle öğrenecektim ki savaş tutuklularımız, Kızılhaç aracılığıyla esir değiş tokuşuna tabi tutulacaklardı…

***  21-22 Temmuz 1974’te, Girne’ye gitmemiz için emirler gelmişti. İşgalin ilk dalgasına kahramanca karşı duranları güçlendirmek için oraya gidecektik. Askeri kamyonlarla yalnızca geceleri yol alıyordık ve ışıklarımız söndürülmüş olarak ilerliyorduk, böylece Türk hava kuvvetlerinin bizi görmemesini sağlamaya çalışıyorduk.

***  Trodoslar’dan geçerek Vasilya-Vavilya (Karşıyaka) bölgesine ulaştık, Girne yöresinde… İşte cehennem burada başlıyordu… Türk donanması bizleri görmüştü, bunun nedeni kamyonlarımızın yokuş aşağı inerken stoba basınca yanan stop lambalarını uzaktan görebilmeleriydi. Böylece gemiler bize doğru fırtına gibi atış yapmaya başlamışlardı… Bize verilen emir, dağılmamızdı… Lapta’ya varabilmek için yaya olarak yolumuza devam ettik… Şafak söküyordu… Aniden bizi yeniden gören Türkler, havan atışlarına başlamışlardı… Çok korkunç bir şeydi bu. Sağımız ve solumuz dağılıyordu… Mirtu’ya (Çamlıbel) doğru geri çekilmek zorunda kalmıştık…

***  Bir noktada durum biraz rahatlamıştı… Mesoyi, baf’tan arkadaşım Andrea Lagos ile birlikteydim… Biraz su içip yolumuza devam ettik. Biz hareket eder etmez, altında durmuş olduğumuz incir ağacına bir havan topu isabet ederek ağacı parçalamıştı… Şanslıydık…

***  Girne ve civardaki toplumlar dağılmıştı… Tümümüz dehşet içindeydik… Ve aynı zamanda da öfkeliydik… Ön cepheye gönderilmiştik ancak bize yeterli araç gereç verilmemişti, orada savaşanları destekelemiz için… Elimizde martini tipi tüfekler vardı, ağır silah ya da hava desteği yoktu. Türkler’in ağır silahları vardı, bunun yanında donanma, hava kuvvetleri ve tankları vardı. Mücadelenin ne kadar eşitsiz olduğunu anlayabilirsiniz… Omorfo’ya gitmemiz emredilince, işte o zaman ihanetin boyutunu tam olarak kavrayacaktım…

***  Omorfo’ya vardı. Ağustos’un ilk günleriydi… Ateşkes vardı… Elbette Türk ordusu ilerliyordu, anlaşmaları çiğneyerek ve herhangi özel bir engelle karşılaşmaksızın ilerliyordu. Karava ve Lapta, ateşkes döneminde işgal edilmişti.

***  Şaşırmıştık. Geceydi… Omorfo’da insanlar teraslarında oturuyordu, sakin görünüyorlardı… Hiç kimse insanları ikinci bir Türk saldırısının burada olabileceği olasılığı hakkında sistematik biçimde uyarmamıştı. Aynı durum Mağusa’da (Maraş’ta) da sözkonusuydu…

***  Cuntanın devrilmiş olmasına karşın ordumuzda durumu kontrol vaziyetinde bulunan üst düzey subaylar, hala daha, Türkler’in yalnızca Girne’de kalacaklarını, Omorfo ve Mağusa’ya gitmeyeceklerini sanmaktaydılar, öyle bir izlenimleri vardı… Ünlü çifte Enosis, Türkiye’nin de bir şeyler vereceği düşüncesi… İhanetin iki malzemesi vardı: Azınlıklar ve aptallık…

***  11 Ağustos 1974’te eşim, küçük oğlumuzu da alarak beni görmeye gelmişti Baf’tan… Omorfo’nun dışında buluşmuştuk… Oğlum daha iki yaşında bile değildi… Şortçuk giyiyordu… Daha o yaşta savaşla tanışmıştı oğlum… Elinde bir tahta parçası vardı ve onunla güya sağa sola ateş ediyordu… Eşime, derhal Baf’a dönmelerini söyledim, yeni bir saldırı beklediğimizi anlattım. Arkadaşımla bölgede kaldık ve Filya-Aya Marina Şillura hattında (Serhatköy-Yılmazköy) hendek kazdık… Hedefimiz, Omorfo’yu korumaktı…

***  14 Ağustos 1974’te ikinci işgal başladı. Türk hava kuvvetleri bizi bombalamaya devam ediyordu. Orada da arkadaşlarımızı kaybettik. Adamlarıma ön cepheye giderek, Türk kuvvetlerinin durumunun nasıl olduğuna bakmalarını istedim. Çok sayıda Türk bayrağı gördük. Ürkütücü bir manzara vardı… Türk tankları sıra halinde dizilmişler, Omorfo’yu işgal etmeye hazırlanıyorlardı.

***  Diğer iki askerle birlikte doğrudan üst rütbedekilerimizi bilgilendirmeye gittik. Üst makamları bilgilendirmeye giderken, bir Yunan subayı bulduk ve onu bilgilendirdik. “Türk ordusu buradadır! Saldırmaya hazırlanıyor!” dedik ama bize inanmadı. Bize sövmeye başladı. Hatta otomatik silahını kafalarımızın üstünden ateşledi ve ateş etti, görev yerlerimizi terk ettiğimiz için bize sövüyordu…

***  Ona kısaca şöyle dedim: “Git de kendin bak!” Araç sürücüsüne emir verdi ve ön cepheye doğru yol aldılar. Beş dakika sonra bu Yunan subayının cipini son sürat oradan ayrılırken gördük. Subay toz kesmişti… Kendi başımıza kalmıştık orada…

***  Sanırım 15 Ağustos 1974’tü, Türk hava kuvvetleri bizleri bombalamaya devam ediyordu ve tanklar da kente doğru ilerliyordu. En sonunda geri çekilme emri aldık… Trodos hattına doğru geri çekilme emriydi bu… Omorfo, 16 Ağustos’ta düşecekti…

***  Çatışma yine eşit koşullarda değildi… Brenlerle ve martinilerle tanklara ateş açıyorduk… Düşmanı engellemek maksadıyla her geri çekilişimizde mayın döşüyorduk. Ancak bunlar yeterli değildi… Başka yerden destek olmadığı sürece ve ağır silahlarınız olmadığı sürece, sonunuz gelmişti…

***  Çekilmemiz esnasında, psikolojik olarak inanılmaz bir durumdaydık. Küçük çocuklar gibi ağlıyorduk… Yurdumuzun bir kısmı işgal edilmişti, eşit şartlarda dövüşmemize izin verilmemişti. İhanete uğramıştık…

***  Bu duygularla , bir grup EOKA-B’ciyle karşılaştık… Ateşkes hattı boyunca Trodos’a doğru ilerliyorduk. Kutrafa’ya yakındık… Aşağı Baf’tan yeğenim Harilaos Vrioni ile bir kamyonun önündeydim… Kamyonu o sürüyordu, ben de eş-sürücü idim…

***  EOKA-B’cilerin lideri provokatifti… Bana neden savaş alanını terk ettiğimi alayvari biçimde soruyordu… Ona bunun genel bir emir olduğunu anlattım. O yine alaycı biçimde savaşçıların asla savaştan vazgeçmeyeceğini söylüyordu… Onların da silahı vardı, bizim de. Biz onlardan korkmuyorduk ona göre. Ben de kendisine “Sizi de gördük! Trodos’un eteklerini koruyordunuz! Siz kimsiniz ki bizim yurtseverliğimizi sorguluyorsunuz!” diye konuşmaya başlayınca kafasını soktu…

***  Yeğenim Harilaos, dönüş yolumuzda ağlıyordu… “Yeterince savaşmadık” diyordu, tekrar tekrar… “Haklısın” dedim ona… “Bize izin verdikleri sürece savaştık… Bu bir oyundu… Herhangi bir rehberimiz, herhangi bir desteğimiz, herhangi yeterli silahımız olmaksızın savaşmaya gönderilmiştik… Ben bunu tek bir kelimeyle açıklıyorum: İhanet…” dedim…

***  Her 20 Temmuz’da ve her 14 Ağustos’ta ağlarım… Savaşta dört arkadaşımı kaybettim. Benim altımdaki askerlerdi onlar… Onların çocukları, eşleri, aileleri vardı, geri dönemediler ailelerine… Adamlarımdan 20’si yaralandı… Bunlardan bazıları ciddi yaralar almıştı… Bazı arkadaşlarım hala “kayıp”tır…

***  Elbette hepimiz de zihinsel olarak yaralandık… Her Temmuz ayı bize, yurdumuzu yeniden birleştirmenin görevimiz olduğunu hatırlatıyor… Direnmiş olanları onurla hatırlıyorum! Özgürlük için hayatlarını verenleri… Kıbrıs’ın ve Yunanistan’ın sade askerlerini… Demokrat subayları… Bir daha asla, ihanet olmasın yurdumuza!”

(Kostas Kafkaridis’in sosyal medya paylaşımından derleyip özetle Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN – 22.7.2020)

 


 “Kayıp” yakını Kubilay Yıldırıcı’dan çağrı:

“Kardeşim Zübeyir Hamit’le ilgili bilgisi olanlar, lütfen yardımcı olun…”

20 Temmuz 1974’ten beridir Piskobu’dan “kayıp” olan Zübeyir Hamit’in kardeşi, “kayıp” yakını Kubilay Yıldırıcı, sosyal medya hesabından yaptığı çağrıda, kardeşiyle ilgili bilgi sahibi olanları yardımcı olmaya çağırdı.

Kubilay Yıldırıcı, İngilizce olarak yaptığı çağrıda şöyle dedi:

“Kardeşim Zübeyir Hamit, 1974’ten beridir KAYIPTIR. En son görüldüğü yer, Leymosun Piskobusu’nda okullar yanındadır… Eğer bilgi sahibi iseniz, lütfen yardımcı olunuz…”

Zübeyir Hamit, Kayıplar Komitesi tarafından resmi “Kayıplar Listesi”ne konmamış ve onun için kazılar büyük zorluklarla karşılaşmıştı…

Zübeyir Hamit için, Kayıplar Komitesi bir kazı yürütmüş ancak herhangi bir bulguya rastlanmamıştı. Okurlarımızın göstermiş olduğu bu yerde, tahminimiz 1974’te Piskobu’da öldürülmüş olan bir başka Kıbrıslıtürk gömülüydü ancak gömü yerinde eli dışarıda kalmış olduğu için bir süre sonra buradan çıkarılarak Piskobu mezarlığına yeniden defnedilmişti.

Kubilay Yıldırıcı ve ailesi, kardeşinin gömü yerinin bulunması için bizim de yardımlarımızla Kıbrıs Cumhuriyeti İnsani İşler Komiserliği’ne başvurmuş bulunuyor ve Piskobu Kıbrıslıtürk mezarlığında bazı çalışmalar yürütülmüş bulunuyor ancak henüz Zübeyir Hamit’ten geride kalanlara ulaşılmadı.

Zübeyir Hamit’in annesi ve babası, “kayıp” evlatlarının akibetiyle ilgili yıllarca bekledikten sonra, her ikisi de bu dünyadan göçüp gittiler…

Ailenin acısını paylaşıyoruz…