Korku Cehenneminde Yaşamak!

Niyazi Kızılyürek

 

Korkunun toplumların siyasi yaşamlarına yaptığı olumsuz etkiyi dile getiren ve korkunun karşısına dikilmenin önemini vurgulayan siyasetçilerin başında Franklin D. Roosevelt gelir. 3 Mart 1933 tarihinde ABD’nin 32. Başkanı olarak başkanlık koltuğuna oturduğunda söylediği sözler tarihe geçmiştir: “Korkmamız gereken tek şey, korkunun kendisidir.”

Roosevelt, seçim kampanyası esnasında binlerce Amerikan vatandaşının gözlerine baktığını ve “kayıp çocukların korku dolu bakışlarını” gördüğünü söylüyordu.

Roosevelt için toplumu korku tuzağından kurtarmak, siyasetin en başta gelen görevi idi. Çünkü korkunun hüküm sürdüğü bir ortamda, kitleler kolaylıkla demagoglar tarafından yönlendirilebilirler. Sesleri yüksek çıkanlar, çoğunluğu sessizliğe sürüklerler ve bu da “çoğunluğun tiranlığına” yol açar.

Korkunun yönlendirdiği insan topluluğu, özgürlüğünü yitirir, çünkü kendi kaderini tayin edebilme yeteneğini kaybeder. Gerçeği kavramaktan uzaklaşır ve neyin mümkün olup neyin mümkün olmadığını kavrayamaz.

Korku, insanı özne olmaktan çıkarır ve kısır bir döngüye sabitler.

Ülkemizin bir korku cehennemi olduğuna şüphe yoktur. Bütün çözüm girişimlerinin başarısız olmasında korkunun rolü büyüktür.

Kıbrıslı Türkler Kıbrıslı Rumlardan korkarlar. Kıbrıslı Rumlar ise Türkiye’den korkarlar.

Hiç kimse, hiç kimseye korkusunun yersiz olduğunu söyleyemez. Bireylerin ve toplumların korkularına kulak vermek gerekir. Aksi halde, diyalog ortamı sağlanamaz. Ayrıca, korkular bir toplumun tarihsel ve sosyal olarak nerede durduğuna dair ipuçları verir. Bu yüzden, korkuyu anlamak, insanı ve toplumu anlamaktır.

Kıbrıs’ta toplumlar arasında böylesi bir anlama ve diyalog çabası maalesef yoktur. Taraflar birbirlerine korkularını beyan etmekle yetiniyorlar. Daha da vahimi, içten içe “öteki tarafın” korkusunun “yersiz ve temelsiz” olduğunu düşünüyorlar. Örneğin, Kıbrıslı Türklerin yüzde kaçı Kıbrıslı Rumların Türkiye’den gerçekten korktuklarına inanıyor? Veya Kıbrıslı Rumlardan kaç kişi Kıbrıslı Türklerin Kıbrıslı Rumlardan sahiden korktuğuna inanıyor?

Bu soruların yanıtlarını tahmin edebiliriz...

Peki, “ötekinin” korkusunu ciddiye almamamızın arkasında neler var?

Kanaatimce, gerçeği kabul etme korkusu var. Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerin 1960’lı yıllarda yaşadıkları mağduriyeti, Kıbrıslı Türkler de Kıbrıslı Rumların 1974 ve sonrasında yaşadıkları mağduriyeti kabul etmiyorlar.

Kabul etmedikleri bir yana, anlama çabası içine de girmiyorlar. Böyle olunca, travmalarıyla yaratıcı bir biçimde baş edemiyorlar. “Ötekine” açılarak çoğalmak yerine, içe kapanmayı tercih ediyorlar ve dogmatik tavırlar geliştiriyorlar.

Bütün girişimlerin “garantiler ve güvenlik” başlığına takılıp sonuçsuz kalması tesadüf değildir.

Evet, korkuları ciddiye almalıyız. Fakat şurası da bir gerçektir ki, bireyler ve toplumlar için risksiz yaşam yoktur. Risksiz yaşam ancak ölü bir “yaşam” olabilir.

Hiçbir anlaşma, yaşamı bütünüyle garanti altına alamaz, tam bir güven ortamı yaratamaz. Bu meseleler özneler-arası-etkileşim süreçlerinde çözülür. Düşe kalka iletişim ve uzlaşma basamaklarını tırmanarak çözülür...

Ne korkusuz bir yaşam olabilir, ne de korkuya yenilerek “ötekini” görmezden gelerek yaşanabilir... “Olmak İçin Cesaret” adlı kitabın yazarı Paul Tillich’in dediği gibi, “Öteki” olmadan “Ben”, “Belirsizlik” olmadan “Kimlik”, “Karamsarlık olmadan Umut” olmaz... Bunların aralarında ise her zaman bir nebze korku olacaktır...

Bir nebze korkuyla yaşamak başkadır, korku yüzünden yaşamaktan vaz geçmek ise bambaşkadır...