Korkaklığın kurumsallaşmış hali: Üstel Hükümeti

Ertuğrul Senova

Hannah Arendt der ki, “Hakikati söyleme cesareti, siyasal alanın en temel erdemidir.” 

Bu söylemini Antik Yunan’daki ‘parrhesia’ ifadesine dayandırır: “Cesaretle, hakikati söylemek.”

Arendt’e göre kamusal alanda hakikati dile getirmek, siyasetçilerin ya da iktidar sahiplerinin hoşuna gitmez; çünkü hakikat, yalanın ya da manipülasyonun karşısında çıplak bir dirençtir.

İşte bu yüzden hakikati söylemek büyük bir cesaret ister.

Arendt’in işaret ettiği bu ‘hakikati saklama eğilimi’, bizde artık bireysel bir tercih olmaktan çıkmış, sistemin asli karakterine dönüşmüş durumda.

Bu ada yarısında siyasetçilerde değil, kurumların tamamında o cesareti göremiyoruz.

UBP – YDP – DP Hükümeti’ni üç kelimeyle özetle deseler, hiç tereddüt etmeden şunu söylerim: “Korkunun kurumsallaşmış hâli.”

En baştaki isimden, en alt kademedeki bürokrata, atadıkları memura kadar tümü biliyor: Hak etmediğin bir mevkiye aniden atanabileceğin gibi, bir gün aynı hızda ve ‘gerekçesiz’ şekilde görevden alınabilirsin.

Bu yüzden titriyorlar.

Belki elde ettikleri menfaatleri kaybetmemek için, belki kendilerine güvenmedikleri için...

Kısacası, hakikatin gücünden korktukları için.

Bu yüzden konuşmuyorlar. Sorulara yanıt vermiyor, kamuoyuna hesap vermekten kaçıyorlar.

Ne yaşanırsa yaşansın, sonuç hep aynı: Derinleşen bir sessizlik...

Arendt için sessizlik, siyasal alanın çöküşüne işaret eder.

Çünkü siyaset, yurttaşların konuşarak ortak dünyayı kurmasıdır.

İktidar sahiplerinin sessizliği, aslında hesap vermeme stratejisidir. Sessizlik, hakikati saklar ve yurttaşları yalnızlaştırır.

Ona göre, “hakikati söyleme cesareti” yurttaşın görevi, sessizlik ise iktidarın maskesidir.

Konuşmamak, cevap vermemek, susturmak…

Bunlar, baskının en ucuz ama en etkili yöntemleridir.

Hatırlayacaksınız, Alsancak’ta trafik güvenliği için yolu ikiye bölen bariyerler, Başbakan Ünal Üstel’in evinin önünden kaldırılmıştı. Üstel evine rahat dönebilsin diye.

Bu durum protesto edilince, yanında bakanlarıyla, daire müdürleriyle, belediye başkanıyla Alsacak’ta bir “çıkartma” yaptı.

Ama tabii ki sabahın köründe, yalnızca devlet ajanslarına haber vererek. Çünkü hakikati saklamanın yolu, gazetecileri dışlamaktan geçiyordu.

Ben şans eseri oradaydım.

Canlı yayın açtım, sorular sordum. O anda senaryonun dışına çıkmak zorunda kaldılar.

Bırakın bakanları, başkanları; bir devlet ajansı kameramanı bile tepki gösterdi: “Girme araya, konuşuyor.”

Düşünün, bir gazetecinin soru sorması ortamı geriyor. Meslektaş bile geriliyor...

Başbakanlık Basın Sorumlusu hemen araya girdi: “Konsept gereği soru almıyoruz.”

Dünyanın neresinde, bir başbakanın basın açıklamasında gazetecilerin soru sormasının yasaklanması bir “konsept” olabilir?

Bu soruyu sorunca, aklıma TC Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve önceki Kıbrıs’tan sorumlu Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın, eski ‘gecekondudaki’ basın açıklamaları aklıma geldi.

Onlar için de soru sorulan değil, sadece açıklama yapılan bir ‘konsept’ vardı.

Bir de önceden ısmarlanmış birkaç soru.

Beklemdikleri bir sorudan, senaryonun bozulma olasılığından o kadar korkuyorlardı ki, gazetecileri, açıklamanın yapıldığı noktanın 50 metre ötesine çekmişlerdi.

Güneş altında beklemiştik birkaç kez...

İşte bu ‘konsept’ kavramının kendisi, aslında sistemin itirafıdır: Korku.

Korku iklimi sadece yurttaşlar için değil, iktidarlar için de geçerli...

Ve bu korku yalnızca Üstel’de değil, onun atadığı bütün isimlerde mevcut.

En basit örneği KIB-TEK Yönetim Kurulu Başkanı Gürsel Uzun.

Bizzat Üstel’in talebiyle TÜK’ün başından alınarak bu göreve getirildi.

KIB-TEK aylardır yolsuzluklarla, kötü yönetimle, yalana dayalı protokollerle, uzun süreli elektrik kesintileriyle gündemde.

Enterkonnekte yalanı, AKSA’yı zengin eden sözleşmeler, İÇKALE’nin gölgesinde yükselen şüpheli ihaleler, 17 saati aşan kesintiler… Sorulması gereken yüzlerce soru var.

Bir gazeteci olarak sormak istedim. Hakikati duymak istedim.

Uzun; önce randevu verdi, sonra sözünden caydıkça caydı.

Mesajlara dönmedi, telefonlara çıkmadı.

Ama aynı gün AKSA’nın satın aldığı gazeteye konuştu.

Çünkü iktidarın diliyle konuşmak serbest, halkın menfaatine olacak sorulara cevap vermek yasaktı. O da korktu.

“Bazen sessizlik, suçun en büyük delilidir.”

Bugün Gürsel Uzun’un sessizliği, Başbakan’ın konsepti, atanan bürokratların susturulmuş dili, işte tam da bu delildir.

Cevap vermemek bir kaçış değildir. Bir itiraftır.

Çünkü bu hükümetin yöneticileri çok iyi biliyor: Bir gün sorulara cevap vermek zorunda kalırlarsa, o gün koltuklarını da kaybedecekler.

Bütün bu tablo bize aslında bildik bir şey söylüyor: Bu “ülke” kâğıt üzerinde bir parlamenter demokrasiyle yönetiliyor olabilir. Ama pratikte karşımızda olan şey, bir klientalist otoriterliktir.

Evet, mevcut ‘iktidar’ sağolsun, her gün yeni bir bilgi öğreniyoruz.

Bir ‘otoriter demokrasi’ diyebiliriz buna.

Yani sandık vardır ama hakikat yoktur. Atamalar vardır ama liyakat yoktur. Gazeteler vardır ama sorular yoktur.

Rant vardır, peşkeş vardır, koltuğun doğurduğu çıkarlar vardır...

Bu sessizlik yalnızca iktidarın değil, toplumun da kaderine dönüşüyor.
Çünkü belki de en tehlikelisi şu: İnsanlar bu sessizliğe alışıyor.
Sorulmamış sorular, cevapsız kalan gerçekler bir süre sonra normalleşiyor..

Oysa siyaset hakikatle kurulur; hakikatin olmadığı yerde sadece iktidarın karanlığı kalır.

Ve karanlık büyüdükçe, hepimizin geleceği biraz daha yok olur.