Konfederasyon ve Kaybolan Yıllar

Niyazi Kızılyürek

 

 

Türk tarafı 1974’ten sonra ortaya koyduğu daha ilk önerilerde federal bir sistemden çok, konfederal bir düzenleme peşinde koşmaya başladı. Denktaş, Makarios ile 1977 yılında “federal bir devlet kurmak” ve “ülkenin bütünlüğünü sağlamak” konusunda mutabakat imzalamış olmasına rağmen Kıbrıs Türk tarafının ortaya koyduğu bütün öneriler, federasyondan çok konfederasyonu, bütünleşmeden çok ayrılığı hedefliyordu. Denktaş’ın bu tavrı, 1979 yılında Spiros Kiprianu ile imzaladığı ve federal bir Kıbrıs devletinin kurulmasını yeniden taahhüt ettiği anlaşmadan sonra da değişmedi.

Denktaş-Makarios anlaşmasının imzalanmasından sonra taraflar 31 Mart–7 Nisan 1977 tarihleri arasında Viyana’da bir dizi görüşme yaptılar. Bu görüşmelerde Kıbrıs Rum tarafı ilk defa iki-bölgeli federasyon tezi temelinde görüş belirtti. Kıbrıs Türk tarafı masaya koyduğu önerilerde, “Kıbrıs Türk Federe Devletinin önerdiği federal sistemde ilk aşamada tamamen danışma niteliğinde olan Federal Hükümetin fonksiyonları, iki toplum arasında güven ve işbirliği oluşunca esaslı federal yetkilere dönüştürülebilir” deniyordu.

Görüleceği gibi, Kıbrıs Türk tarafı kurulacak federal devlette merkezi hükümete bırakılacak yetkilerinin son derece sınırlı olmasını ve toplumlararası güven sağlanınca, gerçek bir federal düzenin kurulmasını savunuyordu. “Evrim yoluyla federasyon” (federation by evolution) olarak adlandırılan bu yaklaşım, Kıbrıs Rum tarafının sert tepkisiyle karşılandı.

Bir yandan ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı silah ambargosu, diğer yandan da BM’nin ürettiği kararlar Türk tarafı üstünde ciddi baskıların oluşmasına yol açınca, Türk tarafı 13 Nisan 1978 tarihinde yeni önerilerde bulunmak zorunda kaldı. Ne var ki, bu önerilerde de “yeni” bir şey yoktu. Rauf Denktaş’ın danışmanlarından Profesör Mümtaz Soysal ve Necati Münir Ertegün’ün Viyana’da BM Genel Sekreteri Kurt Waldheim’a verdikleri önerilerde Kıbrıs’ta federal bir devlet kurmanın “siyasi, sosyo-ekonomik ve yasal zorlukları olduğu” ileri sürülüyor ve iki ayrı, eşit ve farklı yönetimden yola çıkarak merkezi hükümete bırakılacak sınırlı yetkilerden ve kurulacak “ortaklık devletinden” söz ediliyor, iki toplum arasında güven tesis edildiği ölçüde federal devlete bırakılacak yetkilerin artırılabileceği ifade ediliyordu. Bu öneriler de federal devletten çok konfederal bir düzenleme öngörüyordu. Nitekim federal yürütmeyi Rum ve Türk federe devletlerinin başkanlarının ikişer yıllık dönemlerle dönüşümlü olarak üstlenmesi ve Federal yasama organının federe devletlerin yasama organları tarafından eşit katılımla oluşturulması savunuluyordu. Serbest dolaşım ve yerleşim hakları konusunda ilke olarak bu hakların kabul edildiği söylense de, uygulamada göz önünde bulundurulması gereken bir dizi koşul ileri sürülüyordu ki, son tahlilde bu hak ve özgürlükler büyük oranda kırpılıyordu. Örneğin bu hakların uygulanmasında gözetilecek kriterler şöyle sıralanıyordu: “kamusal sağlık, ahlaki düzen, güvenlik endişeleri, Federe Devletlerin kamusal düzenini korumak, Federal Cumhuriyetin iki-toplumlu, iki-bölgeli karakterinin bozulmaması.”

Türk tarafının konfederal bir devlet öngördüğü, olayları yakından takip eden Mehmet Ali Birand’ın gözünden kaçmadı. Görüşmeleri izleyen Birand şöyle diyordu: “Türk önerileri aslında konfederasyonu içeriyordu. Karşılıklı iyi niyetli ilişkinin kurulması durumunda federasyona dönüşecek mekanizmalar getiriyor, ancak ilk dönemde ayrı ayrı çalışacak, kendilerini ayrı ayrı yönetecek iki, küçük devletçik yaratmayı öngörüyordu”.

Rauf Denktaş konfederasyon istediğini saklama gereğini duymuyordu. Federasyonun coğrafi bölgeleri  “periphery” (periferi) mi yoksa “zone” (bölge) mi adlandırılacağı konusunda yapılan tartışmalarda Denktaş, periferi sözcüğünü reddediyor ve zone/bölge sözcüğünün kullanılmasını savunuyordu. Çünkü Denktaş’a göre periferi belediye sınırlarını çağrıştırıyordu oysa zone/bölge denildiği zaman “devletim var, iki devletten birinde toprağım var ve pek çok konuda egemenlik icra ediyorum demektir. Ve egemenliğim mutlaktır.” Nitekim Rum dışişleri eski bakanı Nikos Rolandis 7 Ocak 1980 tarihinde Kiracıköy’de yaptığı bir konuşmada, Denktaş’ın görüşme masasında kendilerine söylediklerini şu sözlerle aktarıyordu: “İki-bölgeli kelimesi, sınır ve konfederasyon demektir. Görüşme masasına gelmeden önce, kelimenin bu manasını, yani sınırları ve konfederasyonu kabul etmek zorundasınız. Benim iki-bölgelilik kelimesine verdiğim anlamı önceden ve tartışmasız olarak kabul etmek zorundasınız. Ancak o zaman konuşur görüşme yaparız.”

1983 yılında “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” (KKTC) ilan edilince konfederasyon doğrultusunda bir hamle daha yapıldı. Gerçi Türk hariciyecisinin uyarılarıyla ve biraz da ayrı devlet ilanına tepkileri yumuşatmak amacıyla bağımsızlık metnine “ek maddeler” konularak ‘federasyondan vazgeçilmediği’ vurgulanmıştı ve KKTC’nin ilanının “federal çözümü hızlandıracak bir hamle” olacağı dile getirilmişti ama buna kimse inanmıyordu. Nitekim Rauf Denktaş yıllar sonra, 19 Kasım 2008 tarihinde, Kıbrıs Postasına yazdığı bir yazıda asıl amacın iki-devletli bir çözüme gitmek olduğunu açık açık itiraf edecekti: “KKTC’nin ilânında yapılan açıklamanın sonunda KKTC’nin ilânı Federal bir çözümü dışlamıyor, hatta buna yardımcı da olur şeklindeki izahtan maksat “iki kesimli” olarak düşünülen federal çatının iki devletli de olabileceğini vurgulamaktı.”

KKTC’nin kuruluşunu izleyen yıllarda Türk tarafı, bazı istisnalar dışında, iki-devletli çözüm konusunda ısrarını sürdürdü. Örneğin Rauf Denktaş 16 Eylül 1988 tarihinde Ledra Palas’ta bir araya geldiği Yorgos Vasiliu’ya “iki devletli çözüm” istediğini, iki ayrı devletin varlığından söz ederek konfederasyon talep ettiğini açıkça ifade etti. Vasiliu bunun 1977 ve 1979 yıllarında imzalanan Yüksek Düzey anlaşmalarıyla bağdaşmadığını iddia edince, Rauf Denktaş “Siz Rumlar her zaman bir kaç yıl geriden geliyorsunuz ve yeni gerçekliklerin oluştuğunu görmüyorsunuz. 1977 ve 1979’da devletimiz yoktu, şimdi var ” dedi.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne üye olmak üzere başvurmasından sonra (1990) Türk tarafı tavrını daha da sertleştirdi. “Kıbrıs’ın AB’ye üye olamayacağını” iddia ediyor ve KKTC tanınmadan özlü görüşmelere başlamayı reddediyordu. Nitekim BM’nin yeni Genel Sekreteri Kofi Annan tarafları 9 Temmuz 1997 tarihinde New York yakınlarındaki Trautbeck’te, daha sonra da 11–15 Ağustos tarihleri arasında İsviçre’nin Glion şehrinde bir araya getirdiğinde, Türk tarafı “KKTC’nin tanınması”, “iki-devletli çözüm” ve “Türkiye AB üyesi olana kadar Kıbrıs’ın AB üyeliğinin durdurulması ya da dondurulması” şartlarını tekrarladı.

KKTC’nin tanınması, Kıbrıs’ta iki egemen devletin ortaklığına dayalı konfederasyonun kurulması ve Kıbrıs’ın AB’ye üyelik sürecinin durdurulması artık Denktaş ile Türkiye’nin ortak “vizyonu” olmuştu. Nitekim 6 Ağustos 1997 tarihinde Türkiye ile KKTC arasında bu maddeleri içeren bir deklarasyon imzalandı. 23 Nisan 1998 tarihinde Süleyman Demirel ve Rauf Denktaş benzer bir deklarasyona daha imza attılar. Demirel’in “bunun altına inmek yoktur” diyerek imzaladığı ortak deklarasyonda “Kıbrıs’ta bugün eşit iki ayrı halk, devlet ve demokratik yönetim mevcuttur. Kıbrıs’taki bu gerçekler ile Kıbrıs Türk halkının egemenlik hakları kabul edilmedikçe kalıcı bir çözüme ulaşılamaz” deniyordu.

Kısacası, Türk tarafı 1974 Temmuz’unda Cenevre’de “Kıbrıs’ta fiilen iki muhtar idare vardır” tezinden başlayarak, yavaş yavaş “iki halk, iki ayrı demokratik yönetim ve iki devlet” tezine geldi. Egemen devletlerin kuracağı bir konfederasyon tezinde ısrar eden Türk tarafı, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye üye olmaya hazırlandığı 2002 yılında da bu görüşünü değiştirmedi. 6 Ocak 2002 tarihinde Rauf Denktaş ile Glafkos Kliridis arasında başlayan doğrudan görüşmelerde Türk tarafı, “iki egemen devlet arasında yapılacak bir anlaşma sonucu yeni bir devlet kurulacağı, iki egemen oluşturucu devletten “ortak devlete” sınırlı egemenlik transferinin yapılacağı, geri kalan egemenlik haklarının oluşturucu devletlere bırakılacağını ve buna başka devletlerle ticaret, ekonomi ve kültür alanlarında anlaşma yapma hakkının da dâhil edileceğini söylüyordu.

Günümüzde saklambaç oynayan bazı siyasetçilerden farklı olarak konfederasyon için uğraş verdiğini itiraf etmekten çekinmeyen Rauf Denktaş, 3 Ağustos 2009 tarihli Kıbrıs Postasında izlediği politikayı şöyle özetliyordu: “Eskiden beri, Kipriyanu-Vasiliyu-Klerides ile yaptığım görüşmelerde “üç hak” üzerinde ısrar eden bu liderlere boyun eğmedik. Merkezi idarenin, iki egemen kuruluş tarafından kurulacağını, arda kalan yetkilerin egemenlik yetkileri olarak kullanılacağını, bu nedenle siyasi eşitliğin “egemen eşitlik” olacağını, hududumuzun da egemenlik hududumuz olacağını, bu nedenle Kuzey’deki federe devlete yerleşecek ve toprak alacak yabancıların kotamıza tabi olacağı, garantilerin fiili ve etkin şekilde devam edeceği konularında fire verilmedi. Bu nedenle de, görüşmeleri taktik icabı devam ettiren Rumlar hiçbir zaman anlaşmaya imza atmadı.”

Evet, gerçekten de böyle oldu. Kıbrıslı Rum liderler, Denktaş’ın konfederasyon talebini kabul etmediler. Tam tersine, Denktaş’ın konfederasyonda ısrar etmesinden yararlanarak Kıbrıs Cumhuriyeti’ni çözüm olmadan bütün Kıbrıs adına AB üyesi yapmayı başardılar.

Konfederasyon takıntısı Kıbrıslı Türklere çok şey kaybettirdi. Federal ve AB üyesi bir devletin asli unsurlarından bir olma imkanından yararlanamadılar ve her şeyin dışında bırakıldılar.

Bugün konfederasyon hayaletini canlandırmak isteyenler, bunun Kıbrıslı Türklere nelere mal olacağını çok iyi hesaplamalıdırlar...