“Kliridis’in Severis Müzesi’ndeki kütüphanesi ve hatıralar...”

Sevgül Uludağ

Ulus IRKAD

Mağusa’da MASDER’deki ilgili aydın arkadaşlarımız ve yine aydın çevreler arasında, Mağusa Kalesi içine bir müzenin yapılması için devamlı konuşmalar yapılır ve bu konuda henüz planlama-tasarı ve konuşma dışında gerçekleştirilme konusunda bir fiiliyat olmadı ama bu konunun  öncülerinden olan sivil insiyatifçi arkadaşımız Serdar Atai (Ve de tabi ki MASDER yetkili ve ilgilileri) geçen Cumartesi günü bizlere şimdiye kadar konuşulup kafalarda oluşan bu konuda, Güney Lefkoşa’da başarıya ulaşmış bir Müze örneği veya modelini görmemize yardımcı olup bu işin soyutundan somutuna geçmemize yardımcı oldular. Sabah saat 9.30 civarında başlayan yolculuğumuzla Lefkoşa’ya gidilip Lokmacı Barikatı’ndan geçip Yortu olmasına rağmen Bayan Rita Severis’in de (tatilini erteleyip bu büyük fedakarlığı yaptı, ona teşekkür ederiz) bizzat rehberliğinde, Müzeyi en ince ayrıntılarına kadar görmemize yardımcı olundu.

YÜZLERCE SENELİK FLAMALAR, GİYSİLER, KOSTÜMLER...

Öncelikle Müze içinde yüzlerce senelik flamalar, Lüzinyan ve Venedik armaları, Lüzinyan, Venedik ve Osmanlı dönemiyle İngiliz Döneminden günümüze kadar gelip Vakıf tarafından korumaya alınmış giysiler, kostümler, yaratıcı bir şekilde önümüzde Kıbrıs tarihiyle bütünleşerek durmaktaydı. Gelenek ve göreneklerden tutun, çocuk, kız ve kadın giysileri bir tarih periyodu içinde günümüze kadar gelerek, Bayan Severis’in de geniş bilgileriyle bizleri aydınlatarak, gözlerimizin önüne kadar geldi. Wolseley gibi İngiliz valilerinin 1878 yılında 12 Temmuz günü, Kıbrıs’a gelişi, çeşitli heykeller ve de resmi İngiliz üniformalarıyla bizlere canladırılırken, kostümler, Levantenlerin ve de Larnaka’daki Konsolosların giydikleri smokinlere kadar sunuldu, sergilendi ve Kıbrıs Tarihiyle pekişerek gözümüzde canlandırıldı.

KAHVALTILIK PORSELENLER...

Bayan Severis, ilk İngiliz Valilerinden Wolseley’in ailesinden, Severis Vakfı adına, bizzat para ödeyerek aldığı  kahvaltı porselenlerinden bahsederken, gene İngiliz valilerinin çalışma odaları, 1931 yılında yakılan İngiliz Vali konağı ve içindeki eşyalardan tutun, gene Osmanlı valilerinin elbiseleri ve giydikleri elbiselere, ayakkabılara kadar, bu arada o dönemlerde, Kıbrıslırumların giydikleri elbiseler, çizmeler ve Kıbrıslı Türklerin giydikleri renkli elbselerle, o dönemlere ait dini inançlara, sünnet elbiseleri ve de Kıbrıslıtürklerin adaya geldiklerinde farklı dini inanışlarının, Bektaşi-Alevi inancında olduklarından ve de Kıbrıslıtürklerin Osmanlı Sunni inancı ile farklılıklarından bahsetti ki, aslında Kıbrıslıtürklerin çoğu da bu farklılığı elbette bilmekteydiler.

KLİRİDİS’İN KÜTÜPHANESİ...

En son oda olarak Bayan Severis, bizi tarihin tünelinden geçirerek büyük bir kütüphaneye götürdü. Burası Kıbrıslırum lider eski Cumhurbaşkanı Glafkos Kliridis’e aitti. 1974 olayları sonrasında Rahmetli Denktaş’ın ve Ecevit’in Federasyon tezini öne sürmesiyle bu teze en yakın olup 1974 öncesi Makarios’un 1963 yılındaki olaylar dahil, Türkiye’nin mevcudiyetinin, Kıbrıs’ın yanı başında  küçümsenemeyecek bir güç (Bk. My Deposition; Glafkos Clerides) olması gerçeğini görmezlikten geldiğini söylemiş, yazmış ve eleştirisini yapmıştı. Mağusa’dan Severis Müzesi’ne giden 14 kişiyle Glafkos Kliridis’in kütüphanesi’ne oturmuş, orada Kliridis hakkında konuşurken, Bayan Severis’e 1975 yılında Baf’ta EOKA B bir katliam yapınca, Kıbrıslıtürklere İkinci Dünya Savaşı’ndan tanıdığı çok yakın bir arkadaşı, Murad Özad Dayımla, gene Baflı Kıbrıslıtürklerden eski kaymakamlardan Sayın Necmi İmamoğlu’nu lider olarak atadığını anlattım. 1975 yılında rahmetli Denktaş’la Baf’a geldiğinde ona Baflılar olarak şu soruyu sormuştuk; “Niye Kıbrıslıtürklere karşı oldukça ılımlısınız? Siz onlara karşı daha farklı olmaya iten sebep nedir?” (Seneler sonra Mehmet Ali Birand da ona aynı soruyu soracak ve aynı yanıtı alacaktı.)

“ONLARLA ESİR KAMPINDA EKMEĞİMİ PAYLAŞTIM, ONLAR KARDEŞİMDİR...”

Yanıt: “Ben onlarla İkinci Dünya Savaşı’nda Çekoslovakya ve Almanya sınırında bulunan Stalag Kampı’nda ekmeğimi soğanımı ve yemeğimi bölüştüm, onlara karşı nasıl düşman olayım ki? Onlar benim kardeşimdir” diye cevap vermişti.

“Benim Liberal olmamda bu gerçeklik bir gölge gibi beni hayatım boyunca kovaladı ve onlarla Stalag’da geçirdiğim o kader günlerinde onları ben kardeş gibi gördüm onlara karşı hep ılımlı olmaya çalıştım” diye bizzat benim önümde itiraf etmişti. Zaten Murad Dayıma duyduğu sevgi elbette kadeşliğin bir yansımasıydı ki, Dayım bizler Baf’tayken oradaki Yunan İşgal Kuvvetleri komutanı Lohao’ya karşı da zaman zaman karşı durmuş ve ona boyun eğmemişti. Bu arada Rahmetli Denktaş veya bilhassa gazeteci Rahmetli Halil Kaymaklılı ile yaptığı görüşmelerde devamlı Babam rahmetli Hüseyin Irkad’a da selamlarını göndermişti. Babamla Baf’ta yazışmakta, biz Baf’tayken , Baf Türkleri hakkında ondan devamlı bilgi almaktaydı. Babama gönderdiği selamları, biz Kuzey’e geçtikten sonra Cumhurbaşkanı olmasına rağmen devam etmişti. Ben de son kitabım olan “Gelibolu’dan Stalag’a-İki Dünya Savaşı’nda Kıbrıs” adlı kitabımı yazarken, bana da kızı Keti Kliridis kanalıyla anılarını, anı defterlerini ve de anılarını içeren gazete fotokopilerini göndermiş, kitabımda Kliridis’e de yer vermiştim. CNN (Rahmetli Mehmet Ali Birand ekibi) ile 2004 yılında “Kıbrıs’ın Unutulan Savaşı” adlı filmi hazırlarken, filimde ona da yer vermiş ve ondan bayağı bahsetmiştim. Yıldızlar yoldaşı olsun…

Severis Müzesi konusunda bizlere yardımcı olan Serdar Atai arkadaşımıza,MASDER ilgili ve yetkililerine, bize bilgilerini sunup bizi müze ve tarihi bilgileriyle aydınlatan Bayan Rita Severis’e buradan teşekkürlerimi hem kendim hemde MASDER derneğimiz adına sunuyorum…


Severis Müzesi içerisinde bulunan Glafkos Kliridis'in kütüphanesini ziyaretimizden... Fotoğraf Yılmaz Yüksek...


***  GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KİTAPLAR...

 “Kızgın Buhardaki Koza...”

Hagop Gobelyan, “Kızgın Buhardaki Koza” adlı romanını, ailesinin 1915 yazında yaşadıklarından yola çıkarak kaleme aldı. Aras Yayıncılık etiketli kitabın editörlüğünü Aziz Gökdemir üstlendi.

Tanıtım bülteninde kitapla ilgili şöyle deniliyor:

“Hagop Gobelyan, Kızgın Buhardaki Koza’yı, İzmit sancağının Ermenice adıyla Bardizag, Türkçe adıyla Bahçecik nahiyesinden olan ailesinin 1915 yazında yaşadıklarından yola çıkarak kaleme aldı. Bahçecik, çoğunlukla Ermeniler olmak üzere, Rum, Laz ve Gürcü halklarının eviydi. İpekböcekçiliği Bahçeciklilerin başlıca geçim kaynağıydı ve ipekböceklerinin ördüğü kozalar bölge halkının muhayyilesinde türlü anlamlar taşıyan çok güçlü bir imgeydi. Roman bir anlamda bu imgenin izini sürerken, bir taraftan da tehcir kararının uygulanmaya başladığı sırada İstanbul’da, Doktor Kadri Raşit Paşa’nın köşkünde bahçıvanlık yapmakta olan Mıgırdiç’in ve yine o sırada, Adana’da Bağdat Demiryolu şantiyesinde çalışan Artin’in, Bahçecik’teki ailelerine ulaşmak için birbirlerinden habersiz olarak atıldıkları serüven dolu yolculuğa tanıklık ediyor.

Kızgın Buhardaki Koza aklın bir köşesinde, ailenin sağsalim bir araya gelip gelemeyeceğine dair bir merakla bir solukta okuyacağınız, macera türünde bir ilk roman.

Kitaptan bir bölüm:

“Bunlar ne hanım? Ne işe yarar bunlar?”

İpekböcekleriydi. Kozalarını örmeyi yeni bitirmişlerdi ama müşterisi olmadığı, manaranlar da çalışmadığı için para etmiyordu artık hiçbiri. Filor, onlara dokunmamış, hiç olmazsa kelebek olsunlar, uçup gitsinler, üç günlük ömürlerini özgürce yaşayabilsinler istemişti.

Şamil Çavuş, sorduğu sorunun yanıtını beklemeden kasayı alıp yere çaldı. İpekböceği kozaları yere saçıldı. Birkaçının da üzerine basıp ezdi. Filor ve çocuklar bakakaldı.

Hagop, hemen koşup sağlam birkaç kozayı cebine koydu. Kızlar ve Filor da kendilerini toplayıp bohçaları yüklendiler. Arşaluys, Ohannes’in beşiğini, Siranuş, Ohannes’i aldı. Filor, boynuna bir ip bağladığı Nufik’i kaptı. Bahçenin ortasında birbirlerine sokulup bir öbek oldular.

“Haydi! Ne bekliyorsunuz? Katılın kafileye, düşün yola. Seymen’e, marş marş!” diye bağırdı Şamil Çavuş. “Seymen’e ineceksiniz, oradan İzmit’e yürüyeceksiniz. Şansınız ve paranız varsa vapurla da gidebilirsiniz tabii, orasını bilemem. Sizi orada askerlere teslim edeceğiz.”

Sonra fabrikadan dönen Hasan’a seslendi:

“Ne oldu, var mı kimse?”

“Yok çavuşum, metruk! İçerde bir sürü kelebekten başka bir şey yok!”

HAGOP GOBELYAN...

Hagop Gobelyan, 1969 yılında Anayis-Yervant Gobelyan çiftinin en küçük oğlu olarak İstanbul’da doğdu. İlköğrenimini Esayan Okulu’nda (1975-1980), orta ve lise öğrenimini Getronagan Lisesi’nde (1980-1986) tamamlayarak İTÜ Kontrol ve Bilgisayar Mühendisliği bölümüne girdi. 1988 yılında temelleri atılan Nork Yayın ve Dizgievi’nin kurucularından oldu. 1993 yılında Getronagan Lisesi’nden Yetişenler Derneği’nin yayın organı olan Hobina dergisinin yazıişlerini üstlendi, öykü ve yazılarıyla katkıda bulundu. Başta Kulis olmak üzere çok sayıda Ermenice derginin ve Yervant Gobelyan’ın son üç kitabı dahil çok sayıda Ermenice kitabın yayına hazırlanmasında emek verdi. Babasının seçme öykülerini Türkçeye kazandırdı (Memleketini Özleyen Yengeç, İstanbul: Aras Yayıncılık, 1998). İş hayatına yazılım danışmanı olarak devam etmektedir.

(Parşömen Edebiyat’tan...)


“Gündüz Vassaf’tan bir roman: Ressamın İsyanı...”

Bir kuşağın ufkunu genişleten, modern yaşama ve tarihe yeni aynalar tutan Gündüz Vassaf’ın ilk romanı “Ressamın İsyanı” Everest Yayınları tarafından yayımlanacak.

Tanıtım bülteninde kitapla ilgili şöyle deniliyor:

“İnsan olmaya ve insanın ürettiklerine dair sorgulamalarla dolu bu eser, özünde sanata ve özgürlüğe yazılmış bir aşk mektubu.

Vassaf, kendine has üslubu ile sanata, savaşlara, siyasete, dinlere, devletlere dair yeni sorular sordurmaya devam ediyor.

Kurmacanın denemeyle, anının biyografiyle buluştuğu, yazarın tabiriyle bu “formülsüz” metinde okur, bir arayış ve aşk hikâyesine tanıklık edecek.

“Her âşık topa basıp soruyu başta kendine sormalı. Benim kendime sorum şu, Lara’yla on sekiz ay geçirip aşkın kimyasını tükettikten sonra onunla yeni bir dil geliştirmeye hazır mıyım? Aşkta kabızlığımız, bildik dilinin tembelliğine kilitlenip tekrarlama ısrarımızda. Her söylendiğinde anlamını biraz daha yitiren, söylenmediğinde aranan “seni seviyorum”larımızda...”

Okur bu yolculukta, Gündüz Vassaf’ın kitabı kaleme alırken dinlediği müziklere ve ona yoldaşlık eden Caravaggio eserlerine ulaşma imkânı da bulacak. Kitabın sonunda ise okuru, sürpriz bir imza kampanyası bekliyor… Kurmacanın gerçeğe taştığı noktada, Caravaggio ve Giordano Bruno için adalet arayışı sürecek.

Başkahramanımız, “Azize Lucia’nın Gömülüşü” resmiyle büyülenir ve kendini Caravaggio’nun hayat hikâyesine kaptırır; ülke ülke, tablo tablo gezerek yanıtların peşine düşer: Biyografisini yazanların hayatını magazinleştirmesi içinde büyük bir öfke uyandırır. Üstelik Caravaggio’nun ölümü de yaşamı gibi büyük bir sır perdesinin arkasındadır: Girdiği düello, İtalya içinde kaçışı, nihayet ortadan kayboluşu… Resmi açıklamalardaki çelişkiler bir şeylerin örtbas edildiğini göstermektedir.

Aslında, onun tabloları üzerinden kendi hayatının izini sürmekte, onun ölümüyle ilgili gizemi tutkuyla çözmeye çalışırken, kendi ölümlülüğünden kaçmanın bir yolunu aramaktadır. Bu esnada Caravaggio’yla kurduğu bağ, yeni bir aşk öznesiyle sınanır: Kanlı canlı bir şekilde karşısında olmasına rağmen, Lara da yüzyıllar önce kaybolan ressam kadar gizemlidir…”

(Parşömen Edebiyat’tan...)