KIRK ŞİLTE ALTINDAKİ ŞİİR

Neşe Yaşın

Hani masalda eve gelen konuk kız için üst üste kırk şilte serilip en alta bir bezelye tanesi konur ve gece uyuyamayınca gelenin bir prenses olduğu anlaşılır ya; halk uydurduğu bu masalla soylularla dalga mı geçmek istemiştir acaba? Belki de burada kıssadan çıkarılacak hisse bazı ufacık şeylerin üstleri ne kadar örtülse de rahatsız etmeye devam edecekleridir. Bir bezelye tanesi yüzünden yatakta dönüp duracağız işte. Sizi bilmem ama böyle sayısız bezelye tanem vardır benim. Bazen öylesine küçücük öylesine önemsiz bir şeydir ki dünyamızı karartan… Ama kırk şiltenin altındadır işte o küçük şey ve  bilemeyiz bile ne olduğunu…
Mutluluk, bir düşününce kadar basittir oysa. Küçücük bir dokunuşla açılır pencere ve ışık dolar içeriye… Yaşıyor olmak, yeni bir güne uyanmış olmak bile başlı başına bir sevinç sebebidir. Bazen bir yere takılırız işte. Aslında çok daha derinlerdedir bize üzüntü veren…


Konuşmak isteyip de bir türlü konuşamadığı şey sıkışıp durur insanın içinde ve kelimelerini yitirmiş bir çığlığa dönüşür sonunda. Bir yabancılaşma, kendinden bile uzaklaşma anıdır bu. Zihin bulanır bazen. Suya atılan taşın gittikçe büyüyen hareleri gibidir bu…  Küçücük bir taştır oysa atılan.


Her insanın bir Aşil topuğu vardır. Homeros’un Troya’sının kahramanlarından Aşil’i annesi topuğundan tutmuş ölümsüzlük nehrinde yıkarken ve sadece suya girmeyen topuğu  Aşil’in Troya  Savaşı sırasında vurulup öldürüldüğü nokta olmuştur.


Böylesi bir topuğumuz vardır her birimizin… Vurulursak öleceğimiz birer hassas noktamız. Bizi vuran yanlışlıkla yapmış olabilir bunu… Bunun bilgisine sahip olarak da yapmış olması mümkündür tabii.
Geçmişteki yaralarının esiri olup psikolojik olarak hastalanan insanlar olduğu gibi bu yaraları  yaratıcılığa aktarıp alkışa dönüştüren insanlar da vardır.  Böylesi bir yaratıcılık çok daha sahicilik taşır.


Yalnızca sahicilik yeterli değildir kuşkusuz… Bazen bir şiiri neden bu kadar çok beğendiğimi keşfetmeye çalışırım. Sahiciliği başta gelir ama bir de “şiir zekâsı” denen bir şey var galiba… Dize hâkimiyeti, kurulan özgün atmosferin yanı sıra hayata ve insana dair daha önce söylenmemiş bir şey söylemek önemlidir. Şiir, içimize yerleşip orada çoğalabiliyor mu diye de düşünürüm ben. Adını koyamadığımız bir şey vardır bazen… İçimize dokunup bizi altüst eden bir şey…  Öylesi bir müzik işitilir ki kimi şiirde, ta derinlerimizde çınlayıp bizi ürperten tanımsız bir fısıltı gibidir bu… Bir şiir dayanılmaz güzellikte renkler getirir bazen… Kimi zaman da bizi kollarına alıp uçuran bir dansa benzer.


Şiirin ardında bir şair vardır. Bunu hissederiz. Onun nasıl biri olduğuna dair bir fikir oluşur çoğu zaman kafamızda. Bazen de şöyle düşünürüz:  Şair, bir numara yapıp bizi kandırmış mıdır acaba? Şiiri bilmediğimiz başka bir şiirden çok bariz bir esinle yapılmış olabilir mi? Bunlar da önemlidir kuşkusuz. Bir de şiirin şairine ne kadar benzediği önemli bir ölçüttür benim için… Bunu tam da bilemeyiz tabii ki. Hiç de şairine benzemediğini düşündüğümüz bir şiir ruhun gizemli bir köşesinden gelmiş olabilir.
Bazı şiirler ise sırıtıp dururlar. Besbelli ki bize hava atmak için yazılmışlardır. Şairin derdi şiirden çok şairlik ve onun pırıltısıdır. Hemen fark edilir bu…


Bir şair olarak bazen bizim çok beğendiğimiz bir şiir başkalarına pek bir şey söylemez. Geçen gün bunun üzerine düşündüm. Salonumda tahtadan yapılmış bir küçük at arabası vardır bir köşede. Fazla folklorik bir nesne… Kimileri onun odanın havasına yakışmadığını düşünmüşlerdir. Belki evdeki pek çok başka nesne için de geçerlidir bu. Kimse bir şiir dinletisi sonunda yaşlı bir amcanın bir otobüs dolusu insanı bekleterek kendi elleriyle yaptığı bu armağanı almak için evine gidip geldiğini ve onu bana uzatırken gözlerindeki gurur ve sevinci bilmemektedir.


Şiirde de böyledir. Oradaki bir dize bazen böylesi özel bir anıyla iletişim kurmuştur ve şiire yakışmasa bile çıkaramaz onu şair. Bazen de bir dize Aşil topuğumuz ya da şilteler altındaki bezelye tanemizdir.
Aslında gecenin bir yarısı gelip kırk şilte üstüne yatırılan o konuk kız bir prenses değil de bir şair olabilir. Sabah uyandığında şiltenin altında bir şeyin kendisini rahatsız ettiğini, sabaha kadar dönüp durduğunu söyler. Kim bilir, belki de o uykusuz gece sonsuza doğru uzanacak bir şiire dönüşmüştür.