Kırılmak ve Biz

Tuğba Özer

İnsan olmanın en gizli, en derin yanlarından biri kırılmaktır.

Kimi zaman bir bakışta, kimi zaman bir susuşta, kimi zaman da hiç söylenmeyen bir sözde gizlenir. 
Hepimiz hayat yolunda yürürken görünmez darbeler alırız. Dışarıdan güçlü görünürüz belki, ama içimizde bir yer sessizce çatlar. 

Kırılmak, aslında yaşamın bize sürekli fısıldadığı bir gerçektir: Ne kadar  yürekten hissediyorsak yaşanmışlıkları ve hayat sahnesine koyduklarımızı ve de değer  veriyorsak o kadar kırılıyoruz. Kırılmak…

Aslında hepimizin ortak hikâyesi. Kalplerimiz, incecik bir cam gibi. Kimimizde ince işlenmiş bir kristal, kimimizde sıradan bir bardak gibi. Dışarıdan sağlam görünür ama bir dokunuş, bir ses, bir ihmal, bir unutkanlık… 

“Ve çat diye bir çizik belirir!”

İşin tuhafı, çoğu zaman bu çatlağı dışarıdan kimse görmez. Ama biz biliriz, biz hissederiz. 
Kalbin içinden geçen sızı, sessiz bir çığlık gibi dolaşır damarlarımızda.

Çocukluktan başlar aslında çoğu zaman kırılmak. Bir “aferin” beklerken duyduğumuz sessizlik, bir sarılma umarken gelen mesafe, “ben buradayım” derken görülmeyen varlığımız vs…

Ve yıllar boyu öğrendiğimiz şey şudur: 

Kırıldığını belli etme.

Sus. 

Unut. 

Halının altına süpür vs…

Ama insan unutmuyor, biriktiriyor!

Ve o birikmiş kırgınlıklar, yıllar sonra başka adlarla, başka hikâyelerle, başka öfkelerle çıkıyor karşımıza. Kierkegaard’ın sözleri bu noktada yankılanır: “Hayat ancak geriye bakarak anlaşılır; ama ileriye doğru yaşanır.”

İlişkilerde de öyle değil midir?

Bir sevgilinin umursamaz tavrı, bir eşin göz göze gelmeyi unutuşu, “beni anla” diye fısıldayan kalbin cevapsız kalışı… 

Bunların her biri içimizde sessiz bir yara açar. Ama biz çoğu zaman konuşmayız. Çünkü korkarız: “Söylersem yanlış anlaşılır mı?”, “Tartışma çıkar mı?”, “Ya bana alıngan derse?” Oysa kırıldığını dile getirmek, aslında “sana önem veriyorum” demektir. 

Nietzsche’nin dediği gibi: “Bizi kıran şeyler değil, onlara yüklediğimiz  anlamlar yaralar bizi.”

En çok kırıldığımız insanlar, aslında en çok değer verdiklerimiz değil midir?

Ve aile…

En güvenli limanımız olması gereken yer. Ama aynı zamanda en derin yaralarımızın da başladığı yer.

Çocuklukta duyulmayan bir teşvik, görülmeyen bir başarı, büyüdüğümüzde anlaşılmayan bir derdimiz… 

Hepsi kalbimizin bir köşesine işler. Ama aile içinde kırgınlık dile getirmek çoğu zaman “büyük bir yanlış” gibi görülür.

Susarız! 

Fakat susmak, kırgınlığı yok etmez; sadece derinleştirir. Montaigne der ki: “İnsanın en büyük zaafı, kalbindeki kırılganlığı saklamaya çalışmasıdır.” 

Ve Fromm’un uyarısını hatırlamak gerekir bu noktada: “Sevgi, kırılganlığı kabul edebilme cesaretidir.”

Mevlânâ ise gönülden seslenir: “Gönül bu, kırılır; ama unutma, kırıldığı yerden ışık sızar.”

Bazen küsmek ile kırılmak arasındaki ince çizgiyi fark edemeyiz. Küsmek, çoğu zaman ani, geçici ve çoğu zaman da yüzeysel bir tepkidir; oysa kırılmak, sessizce kalpte yer eden, derin ve ağır bir hisse dönüşür. Gençken, bir söze, bir bakışa ya da bir davranışa hemen kırılırız; bazen de küsmekle kırılmayı birbirine karıştırırız. Ancak yaş ilerledikçe, geçmişteki küçük küskünlüklerin ne kadar çocukça olduğunu fark ederiz. O anlar, tebessümle hatırladığımız, şimdi geriye dönüp bakınca hafifleyen anılara dönüşür.

Tomris Uyar’ın dediği gibi, kırılmak sessizdir; sözlerle değil, kalpte hissedilir. 

Olgunlaştıkça anlarız ki, kırgınlıklar çoğu zaman anlatılamaz, ama hissedilir ve iz bırakır. Yaşam bize öğretir ki, bazı acılar zamanla hafifler, bazıları ise yerini anlayışa ve sabra bırakır. Küsmek belki kısa süreli bir duygudur, ama kırılmak derin, bazen de öğreticidir. Ve işte bu yüzden, geçmişteki küçük kırgınlıkları hatırlarken artık hüzünle değil, anlayış ve tebessümle bakabiliriz. Çünkü büyümek, kırılmaları sessizce taşımayı ve onlardan öğrenmeyi bilmektir; ve en önemlisi, kalbimizi hem kırılmalara hem de güzelliklere açık tutabilmektir.

Toplumda sıkça şöyle bir önyargı vardır: Kırılan kişi özgüvensizdir; duygularını belli eden kişi zayıftır, savunmasızdır. Halbuki kırılmak, özgüvensizlik ya da zayıflık göstergesi değildir!

Aksine, kırılmak, sevgiye, empatiye ve insan olabilmeye dair derin bir yeteneğin işaretidir. Kırılabilmek, yüreğimizle hissettiğimizin bir kanıtıdır.

Carl Jung, insan psikolojisi üzerine düşünürken, duyguların bilinçli olarak bastırılmasının insanın ruhunda yarattığı tahribatı vurgular.  Jung’a göre, “Bilinçli olarak bastırılan acı ve kırgınlıklar, kişinin bütünlüğünü bozabilir; onu insan yapan en temel özelliklerden biri, hissetme cesaretidir.” Yani kırılmak, tam da bu hissetme cesaretinin göstergesidir.

Aynı şekilde Brené Brown, modern çağın en etkili sosyal bilimcilerinden biri olarak, kırılmanın ve savunmasızlığın gücünü vurgular: Ona göre “Kırılganlık, duygusal risk alabilme, sevgiye ve bağ kurmaya açık olabilme cesaretidir.” Kırılmak, bir eksiklik değil, tam tersine insan olmanın, sevgi ve empati kapasitesinin kanıtıdır.

Dolayısıyla kırılmak, insanın kendini ve başkalarını gerçekten hissedebilme kapasitesiyle ilgilidir; özgüvenle veya güçsüzlükle değil. Kırılmak, hayatı dolu dolu yaşamaktır.
Hayat sahnesinde sıkça karşılaştığımız bir de gereksiz şakalar vardır; sınırları aşan, insan çizgilerini zorlayan şakalar… 

Ve maalesef  bu şakalara çoğu zaman iş yerlerinde, okullarda ve toplumun genelinde sıkça rastlarız.
Öyle ki, çevremizdeki çemberin veya sistemin beklentisi nedeniyle, çoğu zaman bu şakalara ayak uydurmaya çalışırız. 

“Katıl, gül, uyum sağla” mesajı verilir; ama çoğu zaman içten içe kırıldığımız noktalar birikir ve bazen beklenmedik bir patlamaya dönüşür.

İşte bu noktada bize öğretilen: “Sen de şakayı kaldıramıyorsun, özgüvensizsin, büyü, olgun ol” gibi söylemler haksızdır. Halbuki burada sorun bizim içimizde değil; şakanın sınır ihlali ve kişinin özbenliğine dokunmasıdır. Kişinin özsaygısına müdahale eden bir davranışla karşılaştığımızda, kırılmak veya tepki göstermek son derece doğal bir insani tepkidir.

Immanuel Kant, etik üzerine düşünürken, bireyin özerkliğine ve saygıya dayalı bir yaşamın önemini vurgular. 

Kant’a göre, her insanın özdeğeri vardır ve başkasının sınırını çiğnemek, etik olarak kabul edilemez. Dolayısıyla sınır ihlali yapan şakalara karşı hissedilen kırılma, aslında bir özgüven eksikliği değil, kendi değerini koruma refleksidir.

İş hayatında, okulda ya da toplumda, kırılganlık ve sınırların farkında olmak, olgunlukla birlikte, hem kendimizi hem de başkalarını koruyabilmemizi sağlar. Kırılmak, tepki vermek ya da sınır koymak; güçsüzlük değil, insan olmanın ve sağlıklı ilişkiler kurabilmenin göstergesidir.

İş hayatı demişken! 

İş hayatında kırılmak daha soğuktur. Patronun görmezden geldiği emek, adaletsiz bir terfi, hakkı teslim edilmeyen bir başarı… 

İnsan “profesyonellik” maskesi takar, içine atar. Ama içte biriken o kırgınlık, yavaş yavaş insanın işine, motivasyonuna, hatta hayata bakışına zarar verir. Toplumda da benzer kırılmalar yaşarız: bir küçümseme, bir dışlama, bir ayrımcılık. Hep aynı öğüdü duyarız: “Takma kafana.” Ama kalbe dokunan şeyi insan nasıl takmaz? 

Bauman’ın dediği gibi: “Modern hayatın en büyük trajedisi, kırılgan kalplerin hızla tüketilmesidir.”
Psikoloji bize şunu söyler: Kırılmak, duyarlılığın göstergesidir. İnsan ne kadar kırılıyorsa, aslında o kadar hissediyor demektir.

Felsefe ise daha derinden fısıldar: Bir taş kırılmaz, bir makine kırılmaz. Ama insan kırılır. Çünkü insanın kalbi vardır. 

Pascal’ın sözünü hatırlayalım: “Kalbin kendine ait gerekçeleri vardır, aklın asla bilmediği.”
Seneca ise şunu ekler: “Acı çekmek, insana kendi sınırlarını öğretir.” 

Yunus Emre de aynı hakikati başka bir dille dile getirir: “Beni bende demen, bende değilim. Bir ben vardır bende, benden içeri.”

Kırılmak, işte o içteki ben’in varlık çığlığıdır.

Ve belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, kırıldığımızda bunu dile getirebilmek. Ne bağırarak, ne suçlayarak… Sadece sakin, sadece sahici bir şekilde: “Ben buna kırıldım.” Çünkü kırılmak bizi küçültmez. Tam tersine, bizi daha insanca, daha sahici, daha güçlü kılar. 

Ve unutmamak gerekir: Kırılabilmek, hâlâ insan kalabildiğimizin en açık kanıtıdır.

Sınırlarımızı iyi bilmek ve zamanında, yerinde tepkiler verebilmek hayati öneme sahiptir. Aksi takdirde, kırılmalarımızı ince bir ipe benzetebiliriz; zamanla aşınan ve sabrımızın sınırlarını zorlayan bu ip, biriken öfke veya kırgınlıklarla kopma noktasına gelir. Ne zaman tepkimizi geciktirirsek, haklıyken haksız duruma düşebiliriz; belki de hiç beklemediğimiz bir anda, kontrolsüz bir patlamayla, yanlış anlaşılmaların içine sürükleniriz. İşte bu yüzden, duygularımızın ve sınırlarımızın farkında olarak, ip kopmadan, aşınmanın sınırına geldiğini hissettiğimiz anda doğru tepkileri vermek gerekir.

Aristoteles, “Altın Orta” kavramıyla bu durumu açıklamaya yakın bir perspektif sunar: Ona göre erdem, aşırılıktan kaçınmak ve ölçülü olmaktır. Ne tamamen pasif kalmak ne de aşırı tepki göstermek; duygularımızı zamanında ve yerinde yönetebilmek, hem kendimizi hem de ilişkilerimizi korumanın yoludur.

Öyleyse kendimize ve birbirimize küçük bir iyilik yapalım:

Bir dahaki sefere kırıldığımızda susmak yerine konuşmayı deneyelim. Kalbimizdeki çizikleri gizlemek yerine paylaşalım. 

Çünkü belki de bir tek cümle, “Ben buna kırıldım,” bizi hem kendimize hem de birbirimize biraz daha yaklaştıracaktır.

Satırların yarenliğinde yeniden görüşmek dileğimle.

Hoşça kalın…