İki hafta önce Adres’te yayımlanan yazımda söz etmiştim NTV Tarih’in Oğuz Atay dosyasından. Bu hafta yine o dosyadan esinlenerek yazmak istiyorum.
Oğuz Atay için, “ardında kapsamlı bir ‘hissiyat tarihi’ dosyası bıraktı” diyor NTV Tarih. Ve devamla, onun tamamlanmamış Türkiye’nin Ruhu adlı çalışmasından söz ediyor.
Bence yazıdaki en çarpıcı kısım şu: “Bilhassa gündelik hayattaki hissediş, düşünüş, davranış, varoluş biçimleri üzerine, karakterleri üzerinden yansıttıkları, Türkiye’nin yakın tarihindeki kırılma noktalarının özel hayatlardaki hasarını analiz eder”.[1]
Bir toplumun, bir halkın, bir bütün olarak yaşadıklarının, tek tek bireylerin gündelik hayattaki hissediş, düşünüş, davranış, varoluş biçimlerine nasıl yansıdığı benim de kafamı en çok kurcalayan sorulardan biridir doğrusu. Örneğin özellikle 1878’den sonra Kıbrıs adasında her zaman sayısal olarak azınlıkta kalmak ve bunun da etkisiyle bir şeyler yapabilmek, hatta var olabilmek için her zaman bir hamiye (önce İngiliz Sömürge İdaresi’ne, daha sonra da Türkiye Cumhuriyeti’ne) gereksinim duymak etkilemiş midir (etkilediyse nasıl etkilemiştir) tek tek Kıbrıslı Türklerin hissediş/düşünüş/davranış/varoluş biçimlerini? Açıkçası, “etkilemiş midir” sorusuna yanıtım “evet”tir benim. Bu nedenle, “nasıl etkilemiştir” sorusudur esas yanıtlamak istediğim.
Kendi gücüyle var olamayacağını kabullenmiş olmak, doğal olarak bir öz güven sarsıntısı, bir özne olamayacağını bilme sancısı, bir hami, bir vasi arayışı yaratır insanda. Bunun doğal sonucu, topluma egemen olan daha güçlü bir devlete/halka sığınma ihtiyacının bireylerin düşünce dünyasına sızmasıdır. Bu durumda, bu topraklarda yaşayan birey de öz güvenini yitirecek, var olabilmek için kendisinden daha güçlü olanların korumasına ihtiyaç duyacak, kendi iradesiyle kendi kendini yönetemeyeceğine inanacak, kendisiyle ilgili kararları kendisi vermekten korkacak, ne yaparsa yapsın kendi tarihinin öznesi olamayacağını düşündüğü için, geleceğe dair planlar yapmak yerine, anı/günü yaşamayı tercih edecektir.
“Vesayet”in yalnızca siyasi yaşamamızda değil, günlük yaşamamızdaki tüm ilişkilerde var olduğunu, düşünüş/hissediş/davranış/varoluş biçimlerimizi belirlediğini iddia etmemin sebebi tam da budur aslında. Kıbrıs sorunu ve ülke yönetimi konusunda Türkiye’nin yeri her neyse, siyasi partilerde liderlerin kitleleri, sendikalarda başkanların üyeleri, ailelerde ebeveynlerin çocukları, özel ilişkilerde erkeklerin eşleri/sevgilileri karşısındaki konumu da odur. Ülkeyi yönetme iddiasında olanlar, Türkiye’siz var olunamayacağını ve ülke hakkındaki kararları kendileri alırlarsa kendi ülkelerine zarar verecekleri kanaatini nasıl içselleştirmişlerse, seçmenler, parti ve sendika üyeleri, çocuklar ve kadınlar da, lidersiz, başkansız, ebeveynsiz, erkeksiz bir hiç olduklarını, kararları onların alması gerektiğini, aksi hâlde kendi kendilerine zarar verecek kararlar alacaklarını içselleştirmiş durumdalar.
Özne olmadığını kabullenmiş toplumun/halkın/bireyin kendi iradesiyle bir şeyler yapabileceğini, bir şeyleri değiştirebileceğini düşünmesi elbette mümkün değildir. Böyle bir düşünce biçimine sahip olmanızın üç doğal sonucu vardır:
1. Ben de, seçtiklerim de özne olmadığına, olamayacağına göre, kendi geleceğimle ilgili büyük planlar yapmam ve o planlar doğrultusunda hareket etmem manasızdır.
2. Kendi geleceğimle ilgili büyük planlar yapamayacağıma göre, küçük çıkarlarımı güvence altına alacak, küçük planlar yapmalıyım.
3. Kendi geleceğimi, kendi planlarım doğrultusunda yönlendiremeyeceğime, geleceği güzelleştirme gibi bir kapasiteye sahip olmadığıma göre, anı/günü güzel yaşamanın yollarını bulmalıyım.
O zaman,
1. seçeceğim parti, vasiyle iyi ilişkilere sahip, ondan benim için en çok şeyi kopartma kabiliyetini haiz olan,
2. seçeceğim milletvekili, bana ve çocuklarıma istihdam/ihale vs. olanağı yaratan,
3. üye olacağım sendika, bana cep telefonu, hediye çeki veren, maaşımın artırılmasını sağlayan,
4. seçeceğim eş/sevgili, bana rahat bir hayatı vaat eden olmalıdır.
Ebeveynlerimi elbette seçme şansım yok ama onlarla kuracağım ilişkinin en doğru biçimi de, bana en fazla menfaati sağlamaya müsait olandır.
Bu arada, her tercihin bir de bedeli vardır elbette. Tercihleriniz yukarıdakilerse,
1. seçeceğiniz partiden, ülkeyi, bu ülkedeki halkın iradesi doğrultusunda yönetmesini,
2. seçeceğiniz milletvekilinden, sizin düşüncelerinizi parlamentoda alınan kararlara, çıkarılan yasalara yansıtmasını,
3. üye olduğunuz sendikadan, faaliyetlerini, ülke ihtiyaçları ve çalışan kesimlerin hakları doğrultusunda şekillendirmesini,
4. seçeceğiniz eşten ya da erkek arkadaşınızdan, sizinle tamamen eşit olmasını, sizin tercih ve düşüncelerinizin en az onunkiler kadar değerli olduğunu kabul etmesini bekleyemezsiniz.
Bu arada, ebeveynlerinizle ilişkinizi onlardan azami menfaat temin etmek üzerinden şekillendirmeyi tercih etmiş olmanız durumunda, onlardan da, sizin tercihlerinize ve kararlarınıza saygı duymalarını bekleyemezsiniz.
Aslında bu bedellerin tümünü tek bir başlık altında toplamak da mümkün: Bu ülkede yaşamın herhangi bir alanında demokrasinin gerçekleşmesini umut edemezsiniz.
Çünkü demokrasi, her şeyden önce eşit ve özne olma kapasitesine sahip bireylerin varlığını gerektirir. Sizi koruyan, vesayet altında tutan, kendinizle ilgili kararları almanız durumunda kendinize zarar vereceğinize inanan biriyle siz eşit değilsiniz. Dahası, ortada böyle bir kişi varken siz, asla özne olamazsınız.
En fenası, bir kısır döngünün varlığıdır. Siz özne olmadığınızı kabul ettiğiniz müddetçe ortada bir vasi olacaktır her zaman. Ve ortada bir vasi oldukça siz özne olmamaya devam edeceksiniz kaçınılmaz olarak. Çünkü vesayet, kendini her gün yeniden üreten bir sistemden başka bir şey değildir.
Nasıl mı kırılır bu kısır döngü? Doğal olarak iki ihtimal vardır ortada: Ya vasi vasilikten kendi arzusuyla vazgeçecek ya da vesayet altında olan, özne olmak için mücadele edecektir. Elbette vasinin kendi kendini sorgulaması ve bu eşitsizliği ortadan kaldırmaya karar vermesi özlenen bir şeydir ama maalesef tarih bize vasi konumunda olanların bu konumdan vazgeçmek konusunda hiçbir zaman istekli olmayacaklarını göstermiştir.
Dolayısıyla kısır döngünün nasıl kırılacağına ilişkin sorunun yanıtı aslında son derece açıktır: Bunun yolu, bugüne kadar ödediklerinizden farklı bir bedeli ödemeyi göze almaktır. Bunun için de;
a) iktidara getireceğiniz parti, vasiyle iyi ilişkiler içinde olan, ondan sizin için en fazla şeyi kopartan değil, ne pahasına olursa olsun kendi plan ve programlarını uygulayacak, bunun için gerektiğinde vasiye dahi kafa tutacak, vesayeti sorgulayacak ve onu ortadan kaldırmaya yönelecek parti,
b) seçeceğiniz milletvekili, size istihdam/ihale gibi olanaklar sağlayacak olan değil, sizin düşüncelerinizi parlamentoya taşıyacak milletvekili,
c) üye olacağınız sendika, size cep telefonu, hediye çeki veren, maaşlarınızı artırmaya çalışan değil, ülke ve toplum menfaatleri doğrultusunda faaliyet gösteren sendika,
d) seçeceğiniz eş/sevgili, sizi koruyan, refah içinde yaşatan değil, sizi eşiti kabul eden ve hayatı sizle paylaşan, tercihlerinizi ve kararlarınızı kendininkiler kadar değerli kabul eden kişi olmalıdır.
Bunlara ek olarak, ebeveynlerinizle ilişkileriniz de bu anlayışla düzenlenmelidir. Seçeceğiniz eve, koltuk takımına, arabaya, yiyeceğiniz yemeğe, onlar değil, yardımın kesilmesini göze alarak siz karar vermelisiniz.
Hülasa, (Oğuz Atay’dan mülhem) Kıbrıslı Türklerin hissiyat tarihi yazılacaksa bugün, bu tarihin merkezinde, vesayet, korunma arayışı, özne olamamanın sancıları, çıkar hesapları ve anı/günü yaşama hevesi olacaktır kaçınılmaz olarak.
Ne zaman ki Kıbrıslı Türkler, bedel ödemeyi göze alarak, kendi tarihinin öznesi olan bir topluma ve bireylere dönüşürler, o zaman değişecektir hissiyatımızın tarihi.
Peki tarihin herhangi bir yerinde değişecek midir bu tarih? Unutulmamalıdır ki, durmadan “hakikat”i haykırarak hissiyatımızın tarihini bugüne sabitlemek ve ah vah çekip, ağlayıp zırlamak, toplumu umutsuzluğa gark etmek, politik bir faaliyet değildir. Kâmilen politik olmak, bu tarihi değiştirmek için bedel ödemeyi göze alarak eylemeye bugünden başlamakla mümkündür.
Umut, tarihin her döneminde ve her yerde olduğu gibi, bugün, bizde de, özne olmaya kararlı, kendi iradesine sahip çıkan ve bunun için her türlü bedeli ödemeyi göze alan insandadır.
[1] NTV Tarih, Sayı: 47, Aralık 2012, s. 31.