“Kıbrıslı bir göçmen olan Baflı Despina Hanım’ın taşinobiddası...”

Sevgül Uludağ

KIBRIS’TAN HATIRALAR...

Avustralyalı değerli arkadaşımız, grafik sanatçısı-akademisyen-yazar Konstantinos Emmanuelle, Baf’tan Avustralya’ya göç etmiş olan teyzesi Despina Hanım’ın taşinobiddasını (tahınlı bitta) anlatıyor, onun yaşamının öyküsüyle birlikte...

Konstantinos Emmanuelle “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’ın Öyküleri” başlıklı sayfasında Baflı Despina Hanım’ı ve onun taşinobiddasını anlatıyor. Biz de okurlarımız için bu Baflı göçmenin öyküsünü özetle derleyip Türkçeleştirdik. Konstantinos Emmanuelle, şöyle yazıyor:

***  Henüz yayımlanmamış bir Kıbrıs yemek kitabımdan bir öykü ve bir tarif yayımlamak istiyorum... 16 sene kadar önce, erkekler için bir yemek kitabı yazmaya karar vermiştim. Tek başıma yaşıyordum ve sandviç ile tostlardan bıkmıştım... Kıbrıslı bir evde büyüdüğüm için annemin mutfağından uzak kalmak ve uzaktan onun yarattığı büyüyü izlemek zorunda kalmak kolay değildi.

***  Kıbrıslı erkeklerin çoğu gibi ben de geleneksel mutfağımızdan yemekler yemeyi seviyordum ancak bunları nasıl pişireceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bunun üzerine çevremdeki Kıbrıslı kadınlarla röportaj yaparak, onların tariflerini kayıt altına almaya çalışmıştım. Bu hafta size vereceğim tarif, Despina teyzemin bir tarifi – ve onun Avustralya’ya nasıl göç ettiğinin öyküsünü de paylaşmak istiyorum...

***  Despina Miltiadis (doğduğu zamanki soyadı Konnaris idi) annemin en büyük kızkardeşiydi. Baf’ın Musere köyünde 1922 yılında dünyaya gelmişti, Eleni ile Konstantinos Konnaris’in en büyük kızı idi. Annesi Eleni, üç sene önce henüz dokuz aylık bir oğlan çocuğu olan evlatçığını kaybetmişti ve aslında hiçbir zaman bu acıyı atlatamamıştı. Eleni 40 yaşındayken Despina dünyaya gelmişti, oysa ninem bir oğlan çocuk istiyordu... Annem Panyota ve daha küçük kardeşi Augusta Mary ile birlikte üç kız çocuğu, annelerine bitmek bilmeyen evişlerinde yardım etmekle geçiriyorlardı zamanlarını...

***  Dedem Konstantinos üç kız çocuğuna sahip olmaktan başlangıçta hiç de memnun değildi. Kız çocukları aileye maddi yük olarak görülüyordu o günlerde çünkü babaları, kızlarına cehiz hazırlamak durumundaydı – bu da genellikle ev ya da arazi veya canlı hayvan/sürü oluyordu – gelecekteki kocalarına bu veriliyordu çünkü o günlerde görücü usülü evlilik düzenlemelerinde gelenek buydu...

***  1947 yılında Despina 25 yaşına girdiğinde gerçekten de görücü usülü bir evlilik içerisinde buldu kendini – yakınlardaki Vasa köyünden Hristaki Miltiadis ile evlendi. Despina’nın babası yani benim dedem köy muhtarı idi – herhalde Hristaki’nin annesi ve babası Musere’den gelip geçerken tanışmış olmalıydılar.  Pek çok farklı köyden insanlar, her gün Musere’den gelip geçerdi çünkü bu köy, daha büyük kentlere giden bir dağ geçidindeydi...

***  O günlerde pek çok erkeğin yaptığı gibi Hristaki de Kıbrıs’tan fakirlikten ve adada başgösteren ve giderek tırmanan siyasi gerginlikten kaşmak için yurtdışına gitmişti. Hristaki, eşini ve iki kızını Kıbrıs’ta bırakarak Avustralya’da iş bulmaya gitmişti. Çok çalışmayı ve ailesini Avustralya’ya getirtmek üzere yeterli parayı arttırmayı planlıyordu.

***  “Vadedilmiş Topraklar”a varır varmaz hemen bir iş buldu – bir araba şirketiydi bu, araçları sprey boyayla boyamakta ve haftada 16 lira kazanmaktaydı. Kıbrıs’ta kazandığı paranın tam üç katı bir ücretti bu.

***  1953 senesinde söz verdiği gibi Hristakis Kıbrıs’a döndü, Despina ile kızları Rulla (artık 6 yaşındaydı Rulla) ve Eleni’yi (4.5 yaşında bir kız olmuştu Eleni) alıp onlarla birlikte Avustralya’ya dönmeyi planlıyordu. Aslında Eleni, babası Avustralya’ya gittiğinde henüz 9 aylık bir bebekti ve babasını takım elbise ve geriye taranmış saçlarıyla gördüğünde, onu tanımamıştı...

***  Melburn’a varınca Hristakis, Northcote’ta küçük bir ev kiraladı, sekiz ay boyunca burada kaldılar, Fairfield yakınlarında daha büyük bir ev için depozitoya yetecek parayı biriktirdiler. Bu dönemde üçüncü çocukları doğdu, ona Andrew adını verdiler, bir oğlandı bu... Kısa süre sonra Despina’nın annesi ve babası ile küçük kızkardeşi Mary de Avustralya’ya gelip onların yanına taşındılar.

***  Fairfield’teki ev birden kalabalıklaşmıştı... Annem Panayota zaten Melburn’da idi, bir sene önce babamla evlenmiş ve Melburn’a gelmişti – o da görücü usülü evlenmişti...

***  Birkaç mali sıkıntıdan sonra ne yazık ki Hristakis evin ipoteğini ödeyememişti ve banka eve el koymuştu... 1958 yılında düzenli bir iş bulduktan sonra ve Despina’nın babası da kendilerine borç para verince, Regent bölgesinde keselerine daha uygun bir ev satın alabilecekti. O yıl içerisinde dördüncü evlatları Maria dünyaya gelecekti...

***  1950’li yıllarda Avustralya’da inanılmaz fırsatlar vardı... Düşünün ki hayatınız boyunca biriktirdiğiniz parayı kaybettiniz ve yeniden başlamak zorunda kaldınız – fakat yine çalışıp bir başka ev satın alacak kadar para kazanabiliyordunuz... İşte bu nedenle pek çok göçmen Avustralya’ya “şanslı ülke” diyordu...

***  Regent’te hayat güzeldi ve Despina, Avustralya’daki hayatına kısa sürede uyum sağlamış, hatta yerel dili konuşmayı da öğrenmişti. 1960 yılında Hristaki otomotiv endüstrisinde çalışmaktan vazgeçerek Preston’da “Pleasant View” adlı bir akıl hastanesinde temizlikçi olarak gece işi bulmuştu. 1968 yılında ise Bundoora’da Janefield Psikiyatri Hastanesi’nde çalışmaya başlayacaktı. Tüm çocuklar okula gitmeye başladığı için Despina da Janefield’de kocasıyla birlikte çalışmaya başladı ve 1980’li yıllarda her ikisi de emekli oldular. 1998 yılında Hristaki ne yazık ki hayata veda etti.

***  Despina Teyze ise 2014 yılında 93 yaşında vefat etti. Onu çok özlüyoruz... Annemin tersine Despina, bunamadı ve son anına kadar çok güçlü bir iradesi olan ve aklı başında bir kadın olarak hayatını sürdürdü...

***  1960’lı ve 70’li yıllarda Despina Teyze’nin Regent’teki evini ziyaretlerimden çok hoş anılarım vardır. Yeğenim Rulla, dev bir “afro” saç tarzıyla dolaşıyordu – o günlerde moda buydu... O günlerde plak dinliyorduk ve Cat Stevens’ın şahane müziğini burada keşfedecektim... Bugün dahi Cat Stevens’ın “Peace Train” (“Barış Treni”) şarkısı beni 1972’ye, teyzemin evine geri götürüyor...

***  Paşalar ya da Sultanlara layık Kıbrıs ziyafetlerinin Despina teyze ve iki kızkardeşi tarafından hazırlandığı pek çok aile muhabbetini hatırlıyorum... Erkekler oturup Craven A ya da Marlboro sigaraları içerlerdi arka balkonda ve Kıbrıs’taki siyasi durumu tartışırlardı, dünyanın sorunlarını çözmeye çalışırlardı. Sık sık eşlerden ya da kızlardan veya yeğenlerden birisi bir tepsi macun ve erkekler için Türk kahvesi getirirlerdi...  Evdeki bu partiler zaman zaman çığırından çıkardı. Erkekler aşırı miktarda Victoria Bitter içerlerdi... Kahkahalar duyulur ve herhangi bir neden olmaksızın aniden bağırışmalar ve bir kavga başlardı – sonra kahkahalar ve daha sakin bir tonda konuşmalar geri gelirdi... Bana göre Kıbrıslılar gerçekten komiktiler...

***   Regent’teki Despina Teyze’nin evi, tipik bir Kıbrıslı eviydi her yönden, bir tek mimarisi ve yapılış şekli farklıydı.. Regent’teki evin büyük bir arka bahçesi vardı, meyva ağaçlarıyla ve çeşitli sebzelerle doluydu bu bahçe... Bu arka bahçeye Hristakis Enişte bir de tavuk kümesi kurmuştu, kümeste tüneller ve geçitler vardı. Kümeslerin “Hilton”uydu bu... Evin içerisinde yurdumuzu hatırlatan çok şey vardı – fotoğraflar, posterler, danteller ve hatta hatıra yastıklar ve halıcıklar... Despina Teyzem kızkardeşleri gibi harika bir aşçıydı... Bir anda rüzgar gibi pek çok tarifi yapabiliyordu, onu ancak yaşı yavaşlatabilecekti... Gerçekten de Kıbrıs mutfakları büyülü yerlerdir... Nur içinde yatsın Despina Teyzem...

***  Despina Miltiadis teyzemin taşinobiddası (tahınlı biddası): 3 bardak sade un, yarım çorba kaşığı kuru maya, bir tatlı kaşığı tuz, 1.5 bardak ılık su, kahverengi şeker, bahar, tahın... Büyük bir kapta unu, mayayı, tuzu ve suyu karıştırınız... Hamuru yoğurunuz... Fırını 200 derece santigratta ısıtınız... Düz bir alana biraz un serpip unun üçte birini merdaneyle veya oklavıyla açınız, pizza için açacağınız hamur inceliğinde olsun. İki kaşık tahını bu hamura sürünüz, iki kaşık kahverengi şeker ve yarım kaşık baharı tahının üstüne serpiniz...

***  Yavaşça bir yanından tutup yuvarlayınız, şişman bir puroya benzeyecek şekilde. Bunu bıçakla ikiye bölünüz ve sonra iki yarıma bir spiral ya da garavolli şeklini veriniz. Bu garavolli şeklindeki hamurun üstüne biraz daha tahın yayınız ve biraz daha şeker serpiştiriniz. Geriye kalan hamurla da aynı işlemleri yapınız. Bir tepside yarım saat bunları dinlendirdikten sonra sıcak fırına koyunuz... 10 dakika sonra ısıyı 150 dereceye düşürünüz, 10 dakika sonra 90 dereceye düşürünüz... Taşinobiddalar altın kahverengi oluncaya kadar fırında bırakınız. Sonra fırından çıkarıp dinlendiriniz. Sonra da bunları büyük bir şükranla yeyiniz...

(TALES OF CYPRUS’tan Konstantinos Emmanuelle’in yazısını derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).


BİR KİTAP...

“Selanikliler kendilerini anlatıyor...”

Ferda Balancar

Suzan Nana Tarablus’un ‘Baba Bize Neden Dönme Diyorlar? Hayatlar, Tanıklıklar, Anılar’ kitabı Varlık Yayınları’ndan çıktı. ‘Dönme’, ‘Sabetaycı’, ‘Selanikli’ gibi yakıştırmalar yapılan yaklaşık 500 yıllık tarihi olan toplulukla ilgili bugüne kadar yapılmış en kapsamlı sözlü tarih çalışması olan kitapta, toplam 27 kişiyle yapılmış görüşmelerin kayıtları yer alıyor. Aynı zamanda Şalom Dergi Yayın Yönetmeni olan Suzan Nana Tarablus ile kitabını ve kitaba konu edindiği toplululuğun dününü, bugününü, geleceğini konuştuk.

***  Sabetaycılar üzerinde bildiğim kadarıyla Türkiye’de ilk kez bu kapsamda bir sözlü tarih çalışması yapılmış oldu. Bu çalışmanın serüveninden söz eder misiniz? İnsanları konuşmaya ikna etmek pek kolay olmadı değil mi?

Evet, Sabetaycı kökenlilerle ilk kez bu kapsamda bir sözlü tarih çalışması oldu. Bu konuya eğilmeyi kararlaştırdığımda tereddütlerim vardı, ama yolculuğuma başladıktan sonra güvenini kazandığım her görüşmecim bana konuşmaya hazır olan bir tanıdığını önerdi. Tabii ki konuşmak istemeyenler, hatta söyleşilerini geri çekenler oldu. Ama inanın ki çalışmada artık yeterince birikim olduğunda, reddetmek zorunda kaldığım kişiler de yadsınamaz sayıda…

***  Tüm görüşmecilerinize sorduğunuz bir soru var. Türkiye kamuoyunda da çok sık gündeme geliyor. “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, siyasetinde, ekonomisinde, devlet yönetiminde Sabetaycıların oynadığı roller nedir?” Bu sorunuza karşı görüşmecilerinizden aldığınız cevaplar sizde nasıl bir izlenim bıraktı?

İttihat ve Terakki, Jön Türkler arasında köken itibariyle pek çok ‘Selanikli/Dönme’ aydın bulunuyordu; hedefleri demokratik, çağdaş bir ülkeydi. Aralarında Maliye Nazırı Cavit Bey, Sabiha Sertel, Ahmet Emin Yalman gibi öncüler vardı. Selanikliler genellikle birer aydın olarak yetişmiş, toplumsal hayatın çeşitli kademelerinde önemli yerlere gelmiş insanlardı. Kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti’ne inanıyor, benliklerini “Cumhuriyet Türk’ü” olarak tanımlıyorlardı. İttihat ve Terakki döneminden başlayarak, sürekli ilerici akımların içinde bulunmuş; bünyesinde pek çok sanatçı, bilim insanı, ekonomist, global ticaretin öncüsü sanayici yetiştirmiş olan Selaniklilerin, Cumhuriyet’e katkılarının yadsınamayacağı düşüncesindeyim. Diğer yandan bir görüşmecimin bu konuya yaklaşımını da nakletmek isterim. Şöyle diyor görüşmeci:

“Müthiş mübalağa edildiğini düşünüyorum. Bunu yapabildiler çünkü o yıllarda, Müslümanlar içerisinde bu kadar iyi eğitim almış, birçok yabancı dil konuşan insan sayısı azdı. Bazı görevleri onlar haricinde yapabilecek insan bulmak konusunda sıkıntı vardı. Ama daha sonraları, geniş toplumda eğitim seviyesi arttıkça, yabancı dil konusu daha iyi bir hale gelince sanayide, endüstride, ticarette, bürokraside, eğitimde, kültür dünyasında genel nüfusa kıyasla ‘orantısız’ denecek rakamlar yavaş yavaş azalmaya başladı”

***  Kitaba yazdığınız girişten de anladığımız kadarıyla Sabetaycılar kendi içlerinde üç gruba ayrılıyor. Kapancılar, Karakaşlar ve Yakubiler. Kitapta yer alan 28 görüşmenin büyük çoğunluğu Kapancılar ve Karakaşlarla yapılan görüşmeler. Yakubiler diğer iki gruba göre daha mı içlerine kapalı bir grup? Öyleyse bunun nedenleri ne olabilir?

Yakubilerin, 20. yüzyılın başlarında Sabetaycılıktan ilk ayrılan grup olduğunu biliyorum. Kapancı grubunun aile büyüklerinin, günümüze kadar olmasa da inançlarını sürdürdüğüne tanıklık ediyoruz. Karakaşların arasında ise hâlâ ritüellerine bağlı kalan küçük bir azınlığın varlığını öğreniyoruz. Bu konuları görüşmecilerimin anlattıklarından takip etmek çok yararlı olacak.

***  Türkiye Yahudi toplumunun Sabetaycı gruplara karşı tutumu tarihten günümüze farklılık gösteriyor mu?

17. yüzyılda ortaya çıkan bu akıma (veya inanca) elbette tepki büyüktü. Yahudiler kadar Osmanlı Sarayı bile Sabetay Sevi’yi tahta bir tehdit olarak görmüştü. O günden bugüne zamanın ruhuyla bakış açıları, algılar çok değişti. Ben bir Yahudi’yim ve Tevrat’ın “karşındakini kendin gibi seveceksin” ilkesi doğrultusunda yaşıyorum.

***  Sabetaycıların geleceği konusunda ne düşünüyorsunuz? Asimilasyon sonucunda tarih sahnesinden silinecekleri konusundaki öngörüye katılıyor musunuz? 

Kanımca Sabetay topluluğu var oluşundan beri çok-kimlikli olarak addedilebilir. Kendilerini ‘Selanikli’ olarak adlandırmayı tercih eden bu topluluğun son iki, üç kuşağından temsilcilerle yaptığım görüşmelerde onların kendini keşfetme hikâyelerini naklettim. Tarih sahnesinden niye silinsinler? Etnik köken itibariyle her zaman İspanyol ve Yahudi aidiyetlerinin korunacağına ve zamanın ruhuna uyum sağlayarak nesilden nesile devredileceğine inanıyorum.

(AGOS - Ferda Balancar – 26.2.2022)