Sn. Doğuş Derya’nın “daha fazla barış dili kullanma” talebi ile Sn. Tufan Erhürman’ın Sn. Hristodulidis’e karşı “yok hükmündedir” çıkışı ve ardından Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin Lübnan ile imzaladığı antlaşma için Erhürman’ın “Kıbrıslı Türklerin iradesi olmadan bunu yapamaz” üzerinden meydan okuyuşu, aslında Kıbrıs Türk solunun iki farklı hâli olarak algılanabilir.
Birçok sosyal medya gazetesinin, Doğuş Derya’nın tüm konuşması içinden “Bu ülkeyi yurt bilen herkesin içinde Kıbrıslı Rumlar da vardır, hatta Kıbrıs Rumların esas yurdudur” cümlesini cımbızlayıp servis etmesi elbette iyi niyetli bir tesadüf değildir. Derya’nın ifadelerine ilk bakıldığında, “bu ülkeyi yurt bilen herkes” cümlesi ile “hatta Kıbrıslı Rumların esas yurdudur” cümlesi arasında hiyerarşik bir ayrım kurgulanmış gibi durmaktadır. Kıbrıs, eğer Derya’nın dediği gibi “Kıbrıslı Rumların esas yurduysa”, o zaman “esas yurdu olmasa bile burayı yurt bildikleri için yurt sahibi olanlar” arasında belirgin bir ayrım ve hiyerarşi oluşturulmaktadır.
Ancak Doğuş Derya’nın videosu izlendiğinde, aslında ifadeleriyle niyet ettiği şeyin; etnik çatışma ve bölünme yaşamış bir adada taraflar arasında empati geliştirilmesi ve Kıbrıs Türk toplumunun kurguladığı toplumsal tahayyülün Rum toplumunu da içine alacak şekilde ifade edilmesi gerektiğini vurgulamak olduğu görülmektedir.
Gelgelelim empati, deneysel süreçler isteyen, inişli çıkışlı ve bitmek bilmeyen bir yolculuktur. Örneğin adamızdaki solun bir kesimi için, genel geçer bir kategori olarak Rumlarla empati kurmak göreceli olarak daha kolayken, kendilerini sürekli ötekileştiren Türk milliyetçisi cenahın mensuplarıyla empati kurmak konusunda aynı cömertliği göstermek pek de kolay olmayabilir. Eğer şu anda Rumlarla aynı siyasal sistemin içinde yaşıyor olsaydık ve Rum milliyetçisi kesimin sürekli ötekileştirmesine maruz kalsaydık (Hristodulidis Rum milliyetçisi kesimin temsilcisidir), Kıbrıs Türk solunun bir kesiminin “genel geçer bir kategori olarak Rumlarla empati” şiarının çok daha farklı bir noktaya evrileceğini gözlemlemek mümkün olurdu.
Aslında Kıbrıs Türk solunun son yirmi yılına baktığımızda, bir yandan federasyon ve barış inşasını talep ederken, diğer yandan da söz konusu çözüm ve barış iradesi üzerinden kurucu bir siyasal özne olma hâli yarattığını görüyoruz. Sn. Doğuş Derya’nın barış dili talebi ile Sn. Tufan Erhürman’ın, kurucu özne kurgusu üzerinden Hristodulidis’e meydan okuyuşu tam da bu iç içe geçen süreçlerde kesişmektedir.
Sn. Talat ve bugün de Sn. Erhürman, Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs’ın kurucu öznesi olarak var olduğu tezinden hareketle hak talep eden ve yer yer meydan okuyan bir siyaseti her zaman “federal çözüm iradesi” üzerinden kurgulamışlardır. Öte yandan şu gerçeğin de altını çizmek mümkündür: Bugüne kadar Kıbrıs’ta barış dili ve toplumsal yakınlaşma, devletten devlete ya da üst siyaset düzeyinde değil; daha çok sivil toplumlar arasında hayat bulmuş bir nosyon ve ideal olarak var olmuştur. Bu açıdan bakıldığında Sn. Tufan Erhürman’ın dili, bulunduğu makam itibarıyla daha çok kurumsal bir dili temsil ederken, Doğuş Derya’nın barış dili talebi daha çok sivil toplum dinamizmini içermektedir.
Buna ilaveten, Kıbrıs’taki ana akım sol siyasi partilerin de barış dili konusunda, sivil toplumların ara bölgede yarattığı kısmi ilerlemeyi sergileyemediklerini iddia etmek yanlış olmayacaktır. Daha yakın bir zamanda, AKEL’in yakınlaşma bürosunun düzenlediği Özker Özgür kitap tanıtımı gecesinde, AKEL Genel Sekreteri merhum Özker Özgür için “onunla ölmeden önce Kuzey’deki yapıya işgal demek noktasında anlaşmıştık” şeklinde bir ifade kullanmıştır. Düşünebiliyor musunuz? Özker Özgür’ün siyasi mirası anılırken dahi AKEL, yalnızca kendi siyasal jargonuna ve hedefine pay çıkarma derdiyle hareket edebilmektedir.
Esas konumuza dönecek olursak, Sn. Erhürman, Lübnan ile Kıbrıs Rum Yönetimi arasında imzalanan anlaşmaya şu cevabı vermiştir:
“Birinci konu Lübnan ile imzalanan anlaşma elbette. Daha önce hep sözünü ettiğimiz gibi, bir kez daha adanın iki eşit sahibinden ve adada egemenlik haklarına sahip iki eşit kurucu ortaktan biri olan Kıbrıslı Türklerin iradesinin dâhil olmadığı bir anlaşma!
Bilinmesi gerekir ki görüşme masasında oturulurken, bir yandan Kıbrıs Rum liderliğinin adada iki eşit ortaktan biri olan ve eşit egemenlik haklarına sahip Kıbrıslı Türklerin iradesi olmaksızın tüm ada adına anlaşmalar imzalamaya devam etmesinin, diğer yandan da Kıbrıs Türk tarafının dünyaya kapanarak, görüşme masasında olacaklara dair beklentilerle yetinip dünyayla iletişim kurmamasının beklenmesi ne adildir ne de çözüm yanlısı bir tutumdur.
Bu, statüko bozulmasın; Kıbrıslı Rumlar adanın tek sahibiymiş ve Kıbrıslı Türkler yokmuş gibi davranmaya devam etsin, Kıbrıslı Türkler de otursun beklesin düşüncesidir ki biz bunu kabul etmiyoruz.”
Çok değerli arkadaşım ve akademisyen Umut Bozkurt, “Kucaklayıcı Siyasetin Kucaklayamadıkları” başlıklı yazısında, CB Tufan Erhürman’ın söylemlerini analiz ederken şunları dile getirmiştir:
“Bu kucaklayıcılık söylemi, daha ziyade sağdan gelen seçmene ve Türkiye’ye yönelik geliştirilen bir söylemdir. Ancak bu söylemin Rumları kucakladığını göremiyoruz; aksine Rumlara üst perdeden had bildiren bir üslup söz konusudur. Bu kucaklayıcılık söylemi, aynı zamanda daha soldan gelen perspektifleri de, Doğuş Derya örneğinde gördüğümüz üzere, marjinalleştirme riski taşımaktadır.”
Tufan Erhürman’ın siyasi söyleminin Mehmet Ali Talat’ın döneminde oluşturulan ve Kıbrıs Sorunu’nda merkez kesimi veya merkez oyları de içine kapsayan bir siyasi çizgiyle devamlılık arz ettiğini vurgulamakta fayda var. Erhürman’ın Türkiye ile KKTC arasında olan ilişkilerinin özel bir ilişki olduğunu vurgulaması, Federasyon kelimesi yerine siyasal eşitlik ibaresini tercih etmesi Türkiye ile olan ilişkilere duyduğu hassasiyeti sergiliyor. Erhürman’ın bu siyasi çizgisini nasıl algılayıp değerlendirdiğimiz daha çok bizim Kıbrıs Türk solunun kimlik (ideoloji) yelpazesinde nerede durduğumuzla da ilgili. Ve bu durum elbette benim için de geçerli.
Ancak neden Tufan Erhürman’ın Hristodulidis’e yönelik yaptığı açıklamalar “üst perdeden ve had bildiren bir üslup” olarak değerlendirilmektedir? Bu olayı bu şekilde algılayıp anlamlandırmaya hangi kriterlere göre karar veriyor ya da hangi filtrelere göre bu yorumlarda bulunuyoruz?
Örneğin CTP, Bahçeli’nin KKTC’nin vilayet olma çağrısını “saygısızlık ve kabul edilemez” olarak değerlendirdiği bir bildirge yayımlamıştır. Sol kesimlerden kimse, bu bildirgeyi “üst perdeden ve had bildiren bir üslup” olarak nitelendirmemiştir. Oysa zorlanırsa, bu bildirge de “had bildiren bir üslup” olarak yorumlanabilir; çünkü Kıbrıslı Türklerin iradesini hiçe sayan ve tüm demokratik teammülleri aşan bir çağrıya karşı, karşı tarafa sınır koyan bir nitelik taşımaktadır.
Sn. Tufan Erhürman’ın Sn. Hristodulidis’e verdiği yanıtı ben daha çok bir “meydan okuma”, “itiraz” ya da en fazla bir “çıkış” olarak nitelendiriyorum. Bunun sebebi, Sn. Hristodulidis’in, zamanında Kıbrıslı Türkleri şiddetle dışlayarak zorla ele geçirilen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin imtiyazını kullanarak Lübnan gibi birçok ülke ile antlaşma imzalamış olmasıdır. Dolayısıyla benim dünyamda Erhürman’ın çıkışı, “iki eşit arasında” gerçekleşen bir had bildirme değil, “daha az imtiyazlı” olanın “daha çok imtiyazlı” olana karşı bir itirazı olarak anlam kazanmaktadır.
Rum tarafı elbette 1974 yılında büyük zarar görmüş ve mağdur olmuştur; ancak bu çatışmanın, 1960’lı yıllardan beri ambargolar altında yaşayan Kıbrıslı Türkler üzerindeki etkisinin daha yoğun ve ağır olduğu da açıktır. Bu nedenle samimi bir şekilde ve yalnızca anlamak adına soruyorum: Erhürman’ın sözleri hangi bağlamda ve hangi filtreler aracılığıyla “üst perdeden bir had bildirme” olarak yorumlanmaktadır?
Bu konu daha derinlemesine araştırılması gereken bir husustur; ancak Kıbrıs Türk solunun bazı kesimleri, Makarios’un 1964 yılında BM çıkar odaklarıyla elde ettiği gayri meşru diplomatik zaferin ne denli sistemsel bir eşitsizlik yarattığını ve bunun hâlen Kıbrıs Sorunu’nun sürmesindeki temel etkenlerden biri olduğunu yeterince vurgulamakta çekingen davranmaktadır. Konu yalnızca Hristodulidis ya da rahmetli Papadopoulos’un ne denli EOKA hayranı oldukları meselesi değildir. Asıl mesele, Kıbrıs Rum siyasi liderliğinin tüm bunları 1963 yılından itibaren uluslararası sistemin EŞİTSİZ ve HAKSIZ meşruiyetiyle yapılabiliyor olmasıdır.
Örneğin Sn Umut Bozkurt yazısında şu tarihsel yorumlarda bulunmaktadır:
“Şunun altını tekrar tekrar çizmek gerekiyor. Kıbrıs’taki çatışma iki tarafta da ciddi travmalar ve toplumlararası güvensizliğe yol açtı. Kıbrıslı Türkler nasıl kendilerini Rumlar karşısında bir azınlık hissediyorsa, Kıbrıslı Rumlar da 1974’de yaşadıkları ağır yıkım sonunda kuzeylerindeki büyük bir ülke olan Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hamlelerinden ürküyor ve bu güvenlik kaygısı onları bölgedeki İsrail gibi ülkelerle birlikte hareket etmeye zorluyor.”
Kıbrıslı Rumlar 1974 yılında yaşadıkları ağır yıkımdan önce Kıbrıslı Türklere ve Türkiye’ye karşı bölgede nasıl bir siyaset izliyorlardı ki? Yani sırf 1974 yılında yaşadıkları travmadan ötürü mü Kıbrıs Rum siyaseti güvenlik kaygısı çekip İsrail gibi ülkelerle birlikte hareket etmeye zorlanmışlar? Tarihsel gerçekliğe dayalı söylenmesi gereken birşey varsa, o da Kıbrıs’ın bir Yunan adası olduğu ve bundan dolayı da Kıbrıs’ın üzerindeki ve çevresindeki egemenliğin de Kıbrıslı Rumlar’a ait olması gerektiği şiarı ne 1963 yılı, ne de 1974 yılı ile başlamadı. Eğer sorun sırf 1974 yılında yaşanan yıkımlardan ibaret olsaydı, Kıbrıs Sorunu’nun çözümü çok çok daha kolay olurdu.
İkinci olarak, Tufan Erhürman’ın Hristodulidis’e verdiği yanıt neden genelleştirilerek “Rumları dışlayıcı” ya da “Rumlara üst perdeden had bildiren bir üslup” olarak yorumlanıp kodlanmaktadır? Hristodulidis, tüm Rumları mı temsil etmektedir?
Aslında bu tartışmalarda somutlaştırılması gereken iki temel nokta vardır:
1-Barış dili gündelik siyasal hayatta nasıl olmalıdır?
2-Tufan Erhürman tam olarak nasıl bir dil kullansaydı, bu dil “had bildirmeyen” bir dil olarak nitelendirilirdi?
Bu iki husus netleştirilmeden, tartışmanın soyut düzeyde kalmaya devam edeceği açıktır.
Tüm bu analizlerden Sn. Erhürman’a somut bir öneri çıkabilir elbette. Beş yıllık görev süresi boyunca, demeçlerini yalnızca Hristodulidis’e yönelik değil, zaman zaman Rum toplumuna doğrudan mesajlar verecek şekilde de genişletebilir.
Ancak kanaatimce Kıbrıs Türk solunun esas problemi, burada tartışılanlar değildir. Asıl problem, Kıbrıs Türk solunun son yirmi yıla aşkın süregelen sosyo-ekonomik adaletsizliklere ilişkin, net bir programının ve uygulanabilir bir eylem planının bulunmamasıdır.