KIBRIS TÜRK SİYASETİ VE MİLGRAM DENEYİ

Onur Olguner

1961’de ilk defa Stanley Milgram tarafından Yale üniversitesinde yapılan Milgram Deneyi psikolojide konformizm ile ilgili önemli bir yer taşır. İlk yapıldığı günden itibaren sonuçlar, Stanley Milgram başta olmak üzere herkesi şaşırtacaktır.

Öncelikle deneyin süreci ikişer gruplarla deneklere anlatılır. Ardından kura ile deneklerden biri elektrik şoklar verilen bir sandalyeye bağlanır, diğeri ise camın arkasında şokları veren kontrolün başına geçer.

Bir aldatmacadır bu aslında: Sandalye elektrik şoku vermemektedir. Sandalyeye oturan ‘denek’ ise aslında deneyi yapan bilim adamlarından biridir. Elektirik veriliyormuş gibi rol yapacaktır.

Kontrolün başındaki deneğe elektrik şoku vermesini yanında bulunan bir bilim adamı söyler. Her seferde de dozaj biraz daha artırılır. Dozaj arttıkça sandalyeye bağlı ‘sahte denek’ yavaş yavaş acı ile haykırmaya başlar. En sonunda ise acıdan kıvranır ve çığlıklar atar. “Beni serbest bırakın” diye haykırır.

Bu deney insanlara anlatıldığında herkes sahte hasta çığlık attığında kendisinin düğmeye basmayacağını düşünür. Hatta Stanley Milgram bile deneyi ilk yarattığında düğmeye basanların oranı %2 olacaktır diye düşünür.

Fakat deney yıllarca boyunca uygulanacak ve sonuç  %66 oranında insanların düğmeye basmaya devam etmesi olacaktır. Yani, deneklerin üçte ikisinin ölümcül doza kadar düğmeye basacağı tekrar tekrar gözlemlenmiştir. Hatta ‘düğmeye bas’ emrini veren bilim adamı otoriter giyinmiş ise bu oran daha da artmaktadır.

Peki, konformizm eğilimini sınayan bu deney siyasetle nasıl ilişkilendirilir?

Siyasi partilerin Milgram Deneyi’ne etkileşimi nedir?

İlk bakışta örgütlü mücadelenin ve siyasi partilerin Milgram Deneyi’nde ölümcül dozu vermekte tereddüt etmeyen kitlelerle büyüyebileceğini düşünebiliriz. Fakat burada yanılırız.

Örgütlü mücadeleyi yukardan inme kararlarla yöneten yönetimler Milgram Deneyi’nde koşulsuz düğmeye basan kitleleri arzu ederler. Çünkü demokrasiyi işletmeleri halinde çıkacak sonuca ve doğal olarak da kendi kitlelerinin iradesine güvenmezler.

Özellikle toplumun ve örgüt üyelerinin hassasiyetlerini okuyamayan, emeğe ve liyakata değer vermeyen, her türlü yukarıdan inme kararın kabul edileceği ortamlar için Milgram Deneyi’nde koşulsuzca düğmeye basacak kitleler biçilmiş kaftandır.

Düğmeye bas denir, basılır. Karşıdaki insan çığlık attığında ve yalvardığında bile düğmeye basan bir ekiple yukarıdan inme siyasal örgütler güç kazandığını düşünür.

Doğrudur da, bu şekilde bir miktar güç kazanılır. Fakat bu güç sınırlıdır. Ulaşabileceği kapasite bir noktaya kadardır ve daha öteye gidemez. Ardından da büyüyemeyen her şey gibi küçülme girdabına takılır.

Peki örgütlü mücadeleler başarılı olabilmek için konformist olmaya mahkum mudur?

Aslında değildir. Daha temiz bir siyasi örgütlü mücadele yapısını var olabilmesi için John Jack Rousseau’nun ‘Sosyal Kontratı’ bize yol gösterir.

“İnsan tamamen özgür doğar” der Rousseau, “sonra ayaklarına prangaları takmayı toplum sözleşmesi ile kendi seçer.”

Korunma, barınma, insan gibi yaşama ve benzeri faydalar için devletin Toplum Sözleşmesi’ni, yani anayasasını kabul ederek tüm istediklerini (yasalara uymak zorunda olmamak gibi) yapma özgürlüğünden feragat eder. Artık devletin koyduğu yasalara uyacak ve karşılığında sosyal hizmetlerden yararlanacaktır.

Örgütlü mücadelede de aslında aynı mantık ile çalışır. Birbiri ile tam olarak aynı siyasi görüşlere sahip olmayan, fakat aynı paralelde siyasi görüşe sahip olan insanlar bir araya gelir ve tartışarak ortak mücadele zeminini belirlerler. Bu zemin hiçbir üyenin kendi istediğinin birebir aynısı olmayacaktır, fakat her üye tartışma ve karar alma mekanizmasının bir parçası olma hakkını taşır.

Herkes örgütün ‘toplum sözleşmesine’, yani siyasi parti üyeliğiyle imza atar.

Herkes ortak akıla katkı koyar.

Herkes değişik oranlarda ödünler verir ve mücadele birlikte güçlenir.

Buradaki ortak akılın geniş kitleye yayılması ise en önemli maddedir.

Siyasi örgütün yönünü küçük bir üst komite ile çizen, kararlarını tabana yaymadan belirleyen ve üyelere emrivaki yapıp demokratik süreçleri kirleten bir ‘derin örgüt’ yaratılırsa, bu parti içi demokrasiden parti içi oligarşiye kayış anlamına gelir.

Hele de bu oligarşi Milgram Deneyi’nde ölüm dozajını vermeye hazır kitlelere sırtını yaslar ise durum cidden tehlikeli bir hal alır.

Halbuki kararların örgüt içi demokratik süreçler kirletilmeden, tarafsızlık ilkesi bozulmadan, tabanın ve toplumun hassasiyeti gözetilerek yapılması yalnızca Milgram Deneyi’nde düğmeye basanları için değil, aynı zamanda düşünürler ve aydınlar için de ortak bir mücadele ortamı sağlayacaktır.

Bu ortam ise konformist örgüt yapılarının hiçbir zaman ulaşamayacağı kitlelere ulaşma potansiyelini taşıyan tek yöntemdir.

Evet, milgram testinde düğmeye basma konusunda tereddüt etmeyen kitleler ile güçlü mezhepler kurulabilir, fakat bir siyasi örgütün toplumu ileriye taşıyabilmesi ancak büyük kitlelere ulaşarak gerçekleşebilir.

Sonuç olarak içinde bulunduğumuz siyasi kültür kader değildir.

Milgram testine ‘HAYIR’ diye haykırmak ise bu bizi küçültmeyecek, aksine katılımcı ortam sayesinde büyüyerek bu ülkede arzu ettiğimiz devrimleri başarmamıza imkan verecektir.

Her ne kadar onlar bize “siyaset böyle olmaz” diyerek bunu acemilik olarak tanımlamak istese de, temiz, liyakata dayalı, emek ve vizyon odaklı bir siyasi örgütlenme bu ülkede mümkündür!