“Kıbrıs tarihi hakkında yazılar yazan William Dreghorn’u nasıl tanımıştım...”

Sevgül Uludağ

Ulus IRKAD

Kıbrıs tarihi ve Mağusa şehri hakkında yazılar ve kitaplar yazan İngiliz yazar ve araştırmacı William Dreghorn’u nasıl tanımıştım?

1976 yılında Kıbrıs Türk Öğretmen Koleji sınavını kazanarak Girne’de eğitim veren Öğretmen Koleji’ne başlamıştım. Okula başladığımda, bir gün, güzelliği ve tarihi önemiyle meşhur, Girne’nin At Nalı şeklindeki eski tarihi limanında bir arkadaşımla dolaşırken, limanın içine dönen sol taraftaki köşe başında, kayalar üzerinde veya limanın deniz kenarına oturmuş, yaşlı sayılacak kadınlı-erkekli bir on kadar İngiliz vatandaşının, çeşitli yönlerden, Girne Kalesi’nin resmini çizdiğini gördüm. İçlerinde sulu boya kullananlar yanında, renkli markerler de kullananlar vardı. Çok büyük bir ciddiyet içinde kendilerini resim yapmaya vermiş sanatçılardılar. İçlerinde Troçki sakallı ve bıyıklı bir adam, onlara başkanlık veya rehberlik yapmakta, yaptıkları resimlerin daha da güzel olması için yol göstermekteydi. Bu adamla tanıştım. Adı William Dreghorn’du ve bana Girne’nin Ortaçağ tarihiyle güzelliğinden bahsetmeye başladı. Çok okuyan ve Kıbrıs tarihi yanında, coğrafyası ve Girne’nin jeolojik yapısından da bahsediyordu. Hatta onu da bırakın Kıbrıs’ın Kuzey ve Güney’inin siyasetinden de bilgi sahibiydi. Konuşmamız sırasında Merhum Denktaş’tan ve gene merhum oğlu Raif’ten de konuştu. Bu arada bana Türkçe öğrenmeye başladığını, yakında Türkçe konuşabileceğini de söyledi.

DEVAMLI SOHBET EDERDİK...

İngiliz grubun yaptığı resimleri hayranlık ve merakla izledim. Onlara başarılar dileyerek yanlarından ayrıldım ama William’ı Girne’de her gördüğümde kısa sürelerle bile olsa, İngilizce olarak devamlı sohbet ettik. Bu arada Öğretmen Koleji’ne devam ederken Dreghorn’un Girne Kütüphanesi’nde (Kütüphaneye üyeydim) birkaç kitabına da rastladım. Girne’nin jeolojik yapısını yansıtan kitaplardı bunlar ve İngilizceydi. Bu kitaplarını alıp okudum. Bu arada kitapçılarda da (Hazım Remzi) ilerleyen zamanlarda, Girne’nin jeolojik yapısı ve tarihi eserleri hakkında bilgiler içeren bir İngilizce kitabını da bulup aldım. Sırasıyle, diğer şehirlerimiz ve tarihi eserleri hakında kitaplarını bastı.  Ben, öğretmen olduktan sonra da Mağusa hakkında yazdığı kitabını buldum. Onu da okudum. Gene 1990’lı yıllarda BRT Televizyonu’nda arkeolog, tarihçi ve işadamı olan Turhan Kamil Reis’le birlikte Kıbrıs’ın tarihi konusunda hazırladıkları belgesel diziyi de izlemiştim. Rahmetli Turhan Kamil Reis’in de tarih bilgisinin bayağı zengin olduğunu burada belirtmeliyim.

SON YILLARINI MAĞUSA’DA GEÇİRDİ...

1990’lı yılların başlarında Dreghorn’un Mağusa Kalesi içinde görmeye başladım. Yaşlandığını ve Turhan Kamil Reis’in de yardımıyla onun bir evinde yaşamının son zamanını geçirmeye geldiğini söylemişti bana. Çarşıya giderken bazen sabahları karşılaşır, devamlı Kıbrıs’ın tarihi hakkında konuşurduk. Ona bir gün okula gelip öğrencilerimizle sohbet etmesi teklifini yaptım.  “Sağlığım iyiyse muhakkak geleceğim” demişti. O konuşmamızdan kısa bir müddet sonra, bir gün öldüğünü duydum.

William Dreghorn, belki çoğumuz tarafından bilinmiyor ama benim de en az 20 yıllık bir tanıdığımdı ve bilgisine her sohbetimizde hayran kalmıştım. Sadece tarihi bilgileri değil, coğrafi ve jeolojik bilgileri de engin bir denizdi. Hayatı boyunca bu konuda çok okuduğu ve kendini yetiştirdiği belliydi.

Sanırım öldüğünde doksanlı yaşlardaydı. Çok okudu, uzun yaşadı ve oldukça ürettti. Gelecek nesiller onun eserlerinde sadece Kıbrıs tarihini değil, jeolojisini, hatta arkeolojisini de bulacak. Yıldızlar yoldaşı olsun…

WILLIAM DREGHORN MAĞUSA KALESİ’Nİ ANLATIYOR...

“Othello Burcu bir Ortaçağ  şehrini ve limanını savunuyor diyebiliriz. Şekspir’in oyunlarına yansıyan Othello kahramanı burada “Moro” olarak geçmektedir. Ayni isim 1506’da Kıbrıs’ın Venedik Valisi olarak geçmektedir. Ancak Şekspir Kıbrıs hakkında çok az şey biliyordu ve orada da hiçbir zaman bulunmamıştır. Kalenin 1500-1550 yılları arasında inşa edildiği söylenmektedir.  Kapının girişinde mermer bir amblem  vardır ve bu amblemin üzerinde Lefkoşa, Girne  ve Bellapais Abidelerinde sık sık  rastladığımız kanatlı Venedik Arslan sembolü  bulunmaktadır. Barut ve topun icadıyla, Venedikliler topların kullanılma şekline göre kalelerinin şeklini değiştirmişlerdir. Genelde eski duvarları tahrip etmediler, oldukça kalın duvarlardılar da onun için. Fakat eski kare şeklinde olanlar yeni daire şekline çevrilmişti. Yeni barutlu toplarla dörtgen şeklindeki burçların top ateşiyle köşeleri kolayca ortadan kaldırılabilirdi. Nerede eski duvarlar korunmuşsa bunlar top atışlarıyla ortadan kaldırılmıştır. Kalenin merkezine gelindiğinde yerde yatan bazı enteresan toplar görülüyor. Bir tanesi bronzdan yapılmıştır ve mükemmel bir durumdadır. Dört yüz sene rüzgara ve yağmura karşı dayanabilmiştir. Bu bir İspanyol topudur ve böyle bir alaşım metal olarak İspanyollar tarafından, büyük kadırgaların içerisinde işlenmekteydi. Top, kırmızı ocak süngüsünün namlunun dibindeki deliğe değdirilmesiyle ateşlenmekte, fakat bazen döküm hatalarından dolayı, silahlar infilak etmekte ve çok feci kazalar olmaktaydı. Türk Topu’nun namlu üzerinde demir yüzükleri vardı. Yerde duran güllelerin birçoğu döküm işidir. Çok büyük olarak görülen taş toplar genelde mancınıkla atılan şeylerdi. Yine duvarların içerisinde büyük bir hol varken bir tarafta da geniş bir mutfak görülmektedir. Diğer bir odanın da yemek odası olduğu sanılmaktadır. Burası gotik kemerlerle desteklenen  kapalı bir tavana sahiptir ve 1300 yılında inşa edilmiştir. Böyle kapalı ve hüzün verici yer nasıl olur da saray diye isimlendirilebilir? Burası daha fazla bir hapishaneyi andırmaktadır. Genellikle pencereler çok küçüktü ve savunma amaçlarından dolayı da hiç cam kullanılmadı. Bir parça kumaş veya bir kilim, rüzgarı veya yağmuru kesmekte  kullanıldı. Ancak o zamanlar rahat bir yerdi. Duvarlardaki kanaviçeler dolayısıyla yangınlar oluşup burası ortadan kalkabilirdi. Sebebi de avlanan muflonlar burada pişirilmekteydi. Çünkü şehrin dışında pek uzakta olmayan bir yerde Kıbrıs’ın en geniş iç ovası olan Mesarya Ovası vardı ve oraya asiller av için gitmekteydiler.

Basamaklar eski ve modern limanları kuşbakışı görmeye yarayan mazgallara kadar uzanmaktadır. Modern gemiler 1300 - 1400’lü yıllarda olduğu gibi limanın girişini kullanmaktadırlar. O dönemlerde limanlar giriş bölümüne çekilen büyük bir zincirle savunulmakta, merkez kalenin karşısında bu kayalık giriş yeri çok kolay bir şekilde izlenebilirdi. Düşman gemileri karadan uzaklaştığında denizin dibine doğru alçaltılmaktaydı.”

DREGHORN ST. NİCHOLAS KATEDRALİNİ ANLATIYOR

“St Nicholas Katedrali Mağusa’daki en büyük Ortaçağ binasıdır ve MS 1300 yılında inşa edilmiştir. Kaydedilmesi gereken Orta çağların büyük katedralleri tamamlanmak için genelde 100 seneyi almıştır, mümkündür ki St Nikolas 1400 yılında tamamlanmıştır. Mimarinin Gotik stili Fransa’daki büyük Rheins katedralini andırıyor. Benzer olarak Lefkoşa’daki St Sophia ve Bellapais Abidesi’nin de Fransız mimarların elinden çıkması mümkündür; 1190’dan 1489’a kadar Kıbrıs Krallarının Fransız Hanedanlığından gelmesi ve Kıbrıs’taki kiliseleri Fransızlaştırmalarından ötürü bu anlaşılabilir görülmektedir.

Ana binanın yüzü Batı Cephesidir. Fransız Katedrallerindeki gibi gül penceleri göze çarpmaktadır. Bellapais Abidesindeki yemekhane holünde de benzer bir pencere görülmektedir. İki kulenin üst kısımları, 1571 yılındaki Türk bombardımanı sırasında zarar görmüştür ve Türkler şehri Venediklilerden alınca katedral bir Müslüman camisine döndürüldü. Buraya bir minare eklendi. Şimdiki ismi Lala Mustafa Paşa Camisidir. Müslüman dinine göre insan şeklinin taştan olan bütün tasavvurları, fresk veya camlar üzerindeki şekillerin tamamıyle üzeri silindi. Ancak Gotik işlemesinin bütün özellikleri korunmuştur. Batı’da önündeki işlenmiş kapı girişleri, tipik Fransız katedrallerini andırıyor. Şüphesiz, her iki taraftaki hücreler, Paris’teki Notre Dame’ın İncil’den esinlenen heykellerini andırmaktadır. Bu tip eklektik mimari “Dekoratif Dönem” olarak bilinmektedir. İçerisi Müslümanlar için dua etme holüdür, zemin halılarla örtülüdür ve bütün ziyaretçiler Müslüman imamın etrafına toplanır. Kilisenin bu ana holü orta yeri olarak bilinmektedir ve burada Lüzinyanlar, Kıbrıs kralları olarak taç giymişlerdir. Geleneklerine göre,  ayni zamanda Kudüs tacını kabul ederek 1350’ye kadar Filistin’i alamadıklarından, Fransız şövalyeler Kıbrıs’a gelerek sürgünde Kudüs Monarşisini kurmuşlardı. Mızrak başı şeklindeki pencereler belki de lekeli camla dekore edildi fakat geniş pencerelerin olması güvenilir değildi, çünkü Kıbrıs ciddi depremlerden dolayı acı çekiyor. Ayni zamanda bundan dolayı, orta bölgenin destek payandalarıyla sağlamlaştırılması gerekiyordu. 1571’de mihrap ve mezarlar yıkılıp fresklerin üzeri boyanmış fakat rehber ziyaretçilere Kuzey’de birkaç Ortaçağ mezarı gösterebilecektir.

Türk mezarının ve büyük ağacın arkasında iki tane büyük granit sütun görülmektedir. Bunlar Venedikliler tarafından 1500 yılında Salamis’ten buraya getirilerek üzerlerine St Mark arslanları konmuştu, fakat şimdi bunlar ortadan kaybolmuştur. Bu sütunlara çok yakın bir yerde küçük bir Türk binası vardır ve bu 1700 yılında Müslüman okulu olarak kullanılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu dönemi tarzı içerisinde enteresan bir binadır ve İstanbul’daki birçok Türk binasına benziyor. Katedralin Kuzey duvarının karşısında Piskoposun sarayı şimdi dükkan ve resturantlara dönüştürülmüştür. Bunlar, deniz kapısına giden yolun üzerinde bulunmaktadırlar.”

WİLLİAM DREGHORN MAĞUSA KALESİ İÇİNDEKİ KİLİSELERİ ANLATIYOR

“...‘Mağusa’da 365 kilise vardır, senenin her günü için bir tane.’ Yazar bu dedikoduyu birçok yerli kişiden duymuştur ve ayni zamanda da birçok rehber de kitaplarda okumuştur. Fakat bu bilgi doğru değildir. Şaşılacak şeydir; birçok yazar gerçekleri araştırmadan birbirini kopya eder. Gerçekte şehir içinde St Nicholas Katedralini de içeren 17 tane kilise vardır. Şu anda ender görülen bu eserlerin hepsi de kaybolmuştur. Mağusa’da bu durumda 25ten fazla kilise yoktur.

Mamafih, böyle küçük bir kasaba için 17 kilise bile fazladır; tarihi analiz, bize bu yanıtı vermektedir. Haçlılar zamanında Hristiyan dininin birçok tarikatları vardı ve her tarikat kendi hiyerarşisini kurmuştu. Kendi kilisesini, hizmet metodunu oluşturmuş ve manastırını oluşturmuştu. Sonuçta Hristiyanlar Kudüs ve Filistin’den kovulunca bu tarikatların birçoğu Kıbrıs’a sığındılar. Mağusa’da çeşitli kiliselerini kurmanın güvenilir olacağını düşündüler. Böylece buraya gelen ziyaretçiler karşılarında birçok farklı kiliseler görecekler, birçoğu 1571 yılındaki Türk bombardımanından ötürü harabe halindedir.

Genelde, birisi birçok kilisenin benzediğini söyleyecektir. Şimdiye kadar, zemin planı haç olduğu gibi, mimaride bunlar farklıdır. Birçok detay misafiri rahatsız etmez, fakat Rum Ortodoks ve Latin Kiliseleri arasındaki bir kıyaslama yapılabilir, bu kıyaslamayı yapmak bir başarı olacaktır.

Latinler ismi, Roma’daki Papayı baş olarak tanıyan Roman katoliklere verilen bir isimdi , bu arada, Rum Ortodoks Kilisesi’nin Konstantinopol’de (Bizans) merkezi bulunmaktaydı. Şu anda Müslümanlar Rum Kilisesi’ni, iki şeytanın daha küçüğü olarak niteliyorlar. Haçlılar sırasında Filistin’de kendilerine karşı çarpışan Latinler olduğundan beri bunu söylemektedirler. Hristiyan Kilisesi’nin bu büyük bölünmesi 390 yılında ortaya çıkmış, Roma İmparatorluğu Hristiyanlığı kabul ettiğinde, iki vilayete bölünmüştü. Batı Roma da merkezileşirken, Doğu da Konstantinopol’de (İstanbul) merkezileşmişti. Mağusa Turu’na başlayan bir ziyaretçinin bir haritası olmalı, çünkü olmazsa bu hedefsiz ve amaçsız bir yürüyüş olacaktır.”

ST GEORGE KİLİSESİ

“St Nicholas adlı Latin Kilisesi’nin yanında inşa edildiği düşünülebilir. 1571’de bu nedenden dolayı yarım daire şeklindeki kubbesi tahrip edilmişti. Bu geniş bir kubbeydi. Bombardımanın ne taraftan geldiğini tahmin ediyorsunuz ve bu taraf Canbulat’ın karşısında olan kesimdi, buraya 1570 yılında Türk topçusu taşınmıştı.

Çeşitli kiliselerin etrafına gidildiği zaman görülecektir ki birçok hasar Canbulat tarafındaki yönde olmuştur. Hatırlanmalıdır ki, aynı zamanda Mağusa şehri 18.yy’da meydana gelen iki ciddi depremden de acı çekmiştir. Birçok gülleyle beraber hepsi de harabelerin arasında veya özel bahçelerde durmaktadırlar, ve gezenlerde kuşatmanın sanki de birkaç sene önce olduğu intibaını vermektedirler.

Mağusa’nın tarihi bir merkez olarak bütün Kıbrıs’ta eşsiz olduğu nedeni burada yatmaktadır. Kilise’nin içerisinde duvar resmine ait bazı kısımlar görülmekte, ve en iyi olanı doğu kubbesinin içerisindedir. Kilise içerisinde bazı Roma sütunları ve bunlara bağlı demir bağlar görülmektedir. Demir bağların kullanılması çimento kullanmadan duvar yapımında  ve liman inşaatında Romalılar tarafından uygulanmıştır.”

PETER VE PAUL KİLİSESİ

“"Bu bir Latin kilisesidir, dev, yığınsal payandaları göze çarpmaktadır. Üst tip payanda Lefkoşa’daki St Sophia Kilisesi’nde kullanılmıştır. Köşedeki harabe minare, bir zamanlar kilisenin cami olarak da kullanıldığını gösteriyor fakat bugün Mağusa Halk Kütüphanesidir (Şu anda da camidir, 1990'lı yılların sonları). Bir tanesine girildiği zaman dar ve yüksek bir nave’le karşılaşılmakta, bu Bellapaisteki büyük refektoriye (yemekhaneye) benzemektedir. Fazla yüksekliği üst dayanaklı kemerleri dışarıdan destek vermektedirler.

Katedralin içerisi karanlık ve yüksek tavan, Gotik sütunlarla desteklenip, kütüphane için ideal bir yer ve huzurlu bir atmosfer sağlamaktadır. Size birkaç tane antik kitap gösterecek olan kütüphaneci ile konuşun. Bazı Kıbrıslı Türk öğrenciler burada ödevlerini yapıyorlar! Sinan Paşa Camisi’nin avlusunda Mehmet Efendi’nin türbesi vardır. 18. yüzyılda meşhur ve kültürlü bir diplomattı. 1720 yılında Paris’teki Türk elçiliğine atandı ve 1732’de Kıbrıs’ta öldü".

KAYNAKÇA

William Dreghorn; Famagusta And Salamis, A guide-book adlı kitabından...


William Dreghorn... Fotoğraf Tuncer Bağışkan'ın arşivinden...


Hasan Erhan'ın arşivinden William Dreghorn'un kitapları...