KıbrıslıTürk lider Erhürman’la görüşen TC Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin Kıbrıs’ta başlayan yeni döneme henüz tam olarak hazır olmadığının resmini çizdi. Yapılan ortak basın toplantısında Erhürman, diğerlerinin yanında, somut bir tutum olarak müzakerelerden yana olan tavrını yineleyerek, KıbrıslıTürklerin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğine ortak olduğunu ima etti. Erdoğan’ın bu teze zıt cepheden yaklaşım göstermemesi aslında hayra alemet bir durumdur.
Ama Erdoğan, müzakerelere karşı olmadığına dair bir tutum benimserken, müzakerelerin ya ‘iki ayrı egemen devlet arasında’ gerçekleşmesi ya da müzakere sonucunda ortaya çıkacak sonucun iki ayrı egemen devleti içermesi’ gerektiğini belirterek eski tutumunda da ısrarcı olduğu izlenimini yarattı.
Erdoğan yukarıdaki birinci talepten vazgeçebileceğini, ama ikincisinin esas olduğunu söylüyor. Anlaşılan Erdoğan, yeni dönemin, Tatar’ın bıraktığı yerden devam etmesinden yanadır.
Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, Kıbrıs devletinin dağıldığı ve adada birbirine eşit, iki ayrı egemen devletin bulunduğu tezinden hareket ederek yukarıdaki sonuca varıyor. Bu tutum, KıbrıslıTürk toplumunun Kuruluş Andlaşması ve 1960 Anayasası’nda sahip olduğu ortak kuruculuk statüsünü ortadan kaldırdığı gibi, KıbrıslıTürk solunun tarihsel olarak oluşmuş barışçıl tutumuyla da taban tabana zıt bir içeriğe sahiptir. Bu nedenle ayni tezin yeni dönemde de geçerli olması muzakerelerin verimsiz olmasından başka bir sonuç üretmeyecektir.
Erdoğan’ın aksine, KıbrıslıTürk solu ve liberal muhalefet 1974’teki bölünmenin öncesinden başlayarak ve sonrasında da devam etmek üzere, Kıbrıs’ta siyasal eşitlik ve ortak egemenlik ilkesinden hareket etmiştir. Bu nedenle Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kuruluşuna, Taksimi gerçekleştirmek için değil, 1960 anayasal düzenini federal bir yapıyla değiştirmek üzere destek vermiştir.
KıbrıslıTürk solu siyasal eşitliğe ve ortak egemenliğe inandığı için, ayrılıkçılığa veya ayrı devlet ilanına her zaman karşı çıkmıştır. 1983 yılında mecliste yapılan oylamada ise, o günün ‘koşullarını’ dikkate alarak, ayrı devlet ilanına karşı ‘olumsuz oy kullanmadığını’ ve bunun ayrılıkçılığa destek anlamına gelmediğini ilan etmiştir.
KıbrıslıTürk solu ortak egemenliğe inandığı için Türkiye’ye ilhaka veya iltihaka karşı çıkmış, ayni nedenle Annan Planı’na ve AB üyeliğine onay vermiştir.
KıbrıslıTürk solu, ayni nedenle, Türkiye hükümeti destek vermesine rağmen, Tatar’ın izlediği iki ayrı egemenlik tezinin, KıbrıslıTürkleri daha da yalnızlaştırdığını vurgulayarak, toplumlararası müzakerelerin BM parametreleri esas alınarak başlatılmasını talep etmiştir.
Bu nedenle, Erdoğan’ın ‘Tatar’ın bıraktığı yerden’ devam edilmesine dair bu tutumu kabul edilebilir mi sorusunu sormamız gerekir. Bunun imkansız olduğunu anlamak çok da zor değildir. Tatar’ın bıraktığı yer diyaloğun kesildiği, KıbrıslıTürklerin kapana kısıldığı ve çözümsüzlüğe teslim olunan yerdir.
Bu nedenle, TC hükümetinin bu tutumda ısracı olması beklenemez.
Yani müzakereler BM parametreleri temelinde başlayacaktır.
Ama, şimdi de, müzakerelerin sonucuna ilişkin, önceden bahsi edilen bir yaklaşımın yeniden gündeme getirilerek boşa kürek çekilmek istendiği, yeni dönemde ortaya çıkan çözüm umutlarının, kasıtlı veya kasıtsız bir niyetle boşa çıkartılmak istendiği anlaşılıyor.
Nedir bu tutum?
Anlaşıldığı kadarıyla bu tutum, genel hatlarıyla ‘müzakerelerden bir sonuç elde edilememesi durumunda statükonun kalıcı olduğunun ve Taksimin uluslararası toplum tarafından kabullenilmesinin talep edilmesinden ibarettir.
Bu tutum Denktaş’tan beri devam ediyor. Kısaca şu söyleniyor:
‘Müzakerelere eşit oturmadığımız için, müzakerelerin tıkanmasından sonra KıbrıslıRum tarafı meşru hükümet olarak yoluna devam ediyor, KıbrıslıTürk tarafı ise ayni statüden mahrum kalıyor.’
Ama bu yaklaşımın sahipleri çok önemli bir olguyu gizlemektedirler.
KıbrıslıTürk tarafı ve Türkiye 1974’ten beri uluslararası toplumla çatışma içindedir. Bunun nedeni ise Kıbrıs Cumhuriyeti’nin dağıldığı tezine dayanarak siyaset üretmeleridir. Bu siyaset BM GK tarafından defalarca geri çevrilmiş ve Kıbrıs’ın federal bir çatı altında yeniden birleşmesi tezi konsolide edilmiştir.
Bu ‘ayrılık tezi’ni destekleyici kimi dayanakları bulmak belki de 15 Temmuz 1974 ile 23 Temmuz 1974 tarihleri arasında mümkündü. Ama darbecilerin çekildiği 23 Temmuz 1974 tarihi itibarıyla anayasal düzenin, KıbrıslıTürk toplumunu da kapsayacak şekilde ve uzlaşılan bir zeminde yeniden tesis edilmesi gerekmekteydi. Bu adım atılabilmiş olsaydı, tüm konular üzerinde uzlaşma sağlanamasa bile, KıbrıslıTürk toplumu ortak egemenliği kullanır halde olacak ve amborgo diye adlandırılan sınırlamalara tabi tutulması imkansiz hale gelecekti. Bu gerçeği 1974 öncesinden başlayarak tesbit eden ve tüm zorluklara rağmen bunu dillendirmekten çekinmeyen Ahmet Mithat Berberoğlu’nun söylemlerini hatırlamamızda yarar vardır.
Şimdi ‘müzakereler belirlenmiş bir süre içinde hala daha sonuçsuz kalırsa bölünmenin artık kalıcı olacağının BM tarafından kabul edilmesi gerekir’ ve ‘KıbrıslıTürk tarafı ancak bu koşulda masaya oturmalıdır’ tezine geri dönelim. Bu tez ayni zamanda uluslararası topluma bir tür ‘hakemlik sorumluluğu’ yükleme arzusunu yansıtıyor. Yukarıdaki unsurları içeren böyle bir yaklaşımın uluslararası toplum tarafından benimsenmesi, aşağıdaki nedenlerle mümkün görünmüyor:
- Mevcut BM parametreleri, tarafların, farklılıklarını giderecek şekilde, yaratıcı fikirlerle masaya oturmalarını, sonsuza kadar değil makul bir sürede müzakereleri tamamlamalarını öngörmektedir. Şimdi bu makul süreyi, kim ve hangi yöntemle müzakereler başlamadan belirleyebilir? Müzakere ve çözüm metodolojisini değiştirerek adım adım ilerleyerek çözüme ulaşma yöntemi benimsenmeden müzakereleri bir takvime bağlamak, çözüm istemek anlamına gelmiyor. Yani takvimlendirme ancak, ‘herşey üzerinde uzlaşmadan, hiçbirşey üzerinde uzlaşma olmaz’ yaklaşımının terkedilmesiyle mümkün olabilir.
- Mevcut BM parametreleri hakemliği içermiyor. Bu tutum yerleşmiş bir BM parametresi olduğu için tek yanlı bir girişimle değiştirilmesi mümkün değildir. BM’nin bu konuda parametre değiştirebilmesi için tarafların uzlaşma içinde BM’ye başvurması gerekmektedir. Yani müzakerelerin başarısız olmasından hangi tarafın sorumlu olduğuna karar verecek olan bir hakemin bu süreçte rol alması, KıbrıslıRum tarafı bundan kaçındığı müddetçe gerçekleşemez. Bu nedenle, tarafların çözümü kolaylaştıracak adımları atmaktan kaçınmasını kolaylaştıracak bir ‘hakemlik’ tartışması veya benzeri bir konu üzerinde odaklanmak, eğer kötü niyet yoksa, ancak iyi düşünülmemiş bir stratejinin ürünü olabilir.
- Taraflar hakemlikte uzlaşsalar bile, bu hakemin kim olacağı konusunda da uzlaşmaları gerekecektir. Taraflar BM’nin hakemliğini kabul edebilir mi?
- Hakemin vereceği kararın niteliği de tartışma konusu olacaktır. Mesela KıbrıslıRum tarafı Türkiyenin Kıbrıs sorunuyla ilgili bir dizi BM Güvenlik Konseyi kararını uygulamadığını belirterek, BM’nin hakemliği için önce bu kararların gereğinin yerine getirilmesini talep ederse Türkiye’nin tepkisi ne olacaktır? Yani BM’ye atfedilen böylesi önemli bir rolü ileri sürmeden önce, Türkiye’nin, Kıbrıs’a ilişkin bazı önemli BM Güvenlik Konseyi kararlarına ilişkin tutumunu revize etmesi veya bu kararlarla ilgili seçmeci davranışından vazgeçmesi, inandırıcı olabilmesi için gereklidir.
- Hakemlik sadece taraflarınn rızasını gerektirmez. Ayni zamanda hakemin ele alacağı konunun da belirgin bir şekilde tanımlanabilir olması gerekmektedir. Kıbrıs sorununun içiçe geçmiş, çok çeşitli boyutları vardır. Hakem hangi konuya bakarak karar verecektir? Mesela, tüm diğer konularda uzlaşmaya yanaşsa bile, müzakereler garantilerin büyük oranda kalıcı olmasında ısrar eden KıbrıslıTürk tarafının tutumu nedeniyle çıkmaza girerse ne olacaktır? Veya mülkiyet hakları konusunda KıbrıslıRum tarafı kendi tezinde büyük oranda ısrar ederse, bu durum müzakerelerin başarısızlığının gerekçesi mi olacaktır? Bu durumda hakem hangi kararı verecektir? Birinci durumda KıbrıslıTürk tarafı, ikinci durumda ise KıbrıslıRum tarafı sırf bu yüzden uzlaşmaz mı ilan edilecektir?
Peki müzakerelerin sonsuza kadar devam etmesi normal midir?
Elbette değildir ve bunun engellenmesi için önlem alınmalıdır.
Yani taraflardan herhangi birinin müzakerelerde oyalayıcı bir tutum takınmasına, süreci uzatmasına, müzakereleri amacından saptırmasına, parametre dışında davranmasına, kırmızı çizgilerin arkasına saklanmasına, statükonun devamını öngörmesine, müzakereden kaçınmasına veya keyfi davranarak masayı devirmesine elbette izin verilmemelidir. Bunun yolu da müzakerelerin uzaması durumunda toplumların göreceği zararı en aza indiren ve sorunların boyutunu küçülten adımların atılmasıdır.
Böyle bir yaklaşım, ‘herşey üzerinde uzlaşmayı beklemeden, uzlaşılan unsurların hayata geçirilmesi veya uygulanması’ gibi bir yaklaşımı gerekli kılmaktadır.
Bu yöntemin başarısının şartı ise, KıbrıslıTürk tarafının ayrılıkçı bir entite veya TC’nin alt yönetim birimi yaftasını kırarak, federal anayasanın yürürlüğe girmesiyle sonuçlanacak bir sürece, 1960 ortaklık hakları temelinde anayasal bir statüyle adım adım dahil olmasıyla mümkündür.
Yani Erhürman’ın KıbrıslıTürklerin egemenlik haklarına yaptığı atıf, eğer yukarıdakine benzer bir açılımı içerecekse umut vaat edebilir.